Köyün delileri nerede?
“Milliyetçi aydın”lara ibret olsun: Milli Mücadele’nin gerçek kahramanlarının cüzdanları değil, vicdanları gelişmişti. Onlar değerlerinden vazgeçip kuş tüyüne sarınmak yerine, inanarak cepheye koştular...
Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası olacak olan Sakarya Meydan Muharebesi’ne hazırlanılıyor. Elde yok, avuçta yok... Var olan; içinden inanç, samimiyet, cesaret taşan koskocaman bir yürek.
Mustafa Kemal, ordunun ‘yok’ları için milletin ‘var’ına sarılır. 7 Ağustos 1921’de yayınladığı Tekalif-i Milliye emirlerine göre halk “silah, cephane, yiyecek, giyecek, makine, taşıt, binek hayvanını orduyla paylaşacak” tır. Görevini ihmal edenler “vatana ihanet” etmiş sayılacaktır. Turgut Özakman’ın kaleme aldığı ve TRT‘nin filme çektiği Kurtuluş’tan bir sahne: Tekalif-i Milliye Heyeti, yardımları teslim almak üzere köy meydanına gelir. Orduya yardıma koşan ilk kişi ‘köyün delisi’olur. Elindeki tek çift çorabı heyete vererek, mücadelenin parçası olduğunu gösterir...
Türk topraklarında işgalci durumunda olan Ermenistan’a sınırımızı hangi pazarlıklarla açacağımızı, “Bihter ile Behlül’ü sevişirken yakalayanın kim olduğu”ndan daha fazla merak eden herkes aynı yergi ile karşı karşıya kalmıştır: “Akıllı işi değil senin yaptığın”. Bu devirde akıllı olmak, AK rozetli amcalara göz kırparak, süt liman denizde, pupa yelken ‘yol almak’tır çünkü. ‘Memleket meselesi’ne kafa yormak ise ‘bir çift çorap’tan ötesini edinemeyecek delilerin işidir.
Anında hüküm ve infaz
Yeniçağ’a bakıyorum... Her Allah’ın günü harala, gürele, kafanın içinde maraton üstüne maraton... Bir gün tarihçi olacaksın, bir gün siyaset bilimci, bir gün filozof, bir gün sosyolg, bir gün psikolog... İstersen olma... İstersen Prof. Taner Akçam’ın Taraf için kaleme aldığı Türk-Ermeni ilişkileri tezlerini çürütme, istersen Prof. Baskın Oran’ın Radikal’de verdiği “üniter devlet” derslerine cevap verme, istersen Prof. Eser Karakaş’ın, Prof. Mehmet Altan’ın Star’daki AB vaadlerinin maskesini düşürme, istersen TESEV’in hazırladığı raporlarda neler karıştırdığını açığa çıkarma, istersen sivil gençlere haddini bildirme, istersen açılımcıbaşılara “dikensiz gül bahçesi”nde yürümediklerini gösterme...
Sabah, gelen ileti kutularımızı açtığımızda her birimiz aynı cümlelerle karşılaşırız: İktidar yalakası oldunuz... Sindiniz... Korktunuz... Anında hüküm ve infaz: “Bir daha bu gazeteyi alırsam şerefsizim! Çakma milliyetçiler sizi...”
Kabak çiçeği operasyonu
Halbuki çıkarlarını kaybetmekten korktuğu için gizlenen sözde milliyetçilerin mayın eşeği değil, gazeteciyiz biz sadece. Güneydoğu’daki savaşın feodal köklerini analiz etmek bizim işimiz değil. Ermenilerin karın ağrılarını teşhis etmek de öyle. Biz milli direnişin kalesinde burç olmaya hazır bilim insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, siyasi partilerin ‘aydın’ların fikirlerini, önerilerini, uyarılarını topluma ulaştırmakla görevliyiz.
Elinizi sallasanız, adı “milli” ile, “Türk” ile, “ulusal” ile başlayan derneğe, vakıfa çarpıyorsunuz. Böyle bir dönemde, giderek büyüyen bu “sektör” den tık çıkmaması normal mi?
Üç aydır açılıyoruz... En kapalı olan, şu ‘İran yapacak(!)’ diye uykularımızı kaçıran iktidar ‘yük’lerini ata ata, neredeyse anadan üryan, dımdızlak çıkacak karşımıza. “Kabak çiçeği” operasyonu kapsamında toplumun tohumlalarını ayıklayıp, bir tutam demokrasi, bir tutam diyalog, bir tutan entegrasyonla hazırladıkları ağılı harcı dolduruyorlar içimize.... Biri sınır çiziyor. Biri ‘böleriz’ diyor. Tehditin bini bir para. Karabağ işgali kalkmadan Ermenistan sınırını açmaya hazırlanıyorlar. Ey yurdumun milliyetçi, ulusalcı, Türk-İslam ülkücüsü, Türkçü, millici, kuvvacı kendini hangi sıfatla sunuyorsa o etiketle nam salmış aydını nerdesin?
‘Oturma odana kadar girmelerini mi bekliyorsun?’ demek için bile geç artık. Girdiler. ‘Yatak odana girdikleri gün mü uyanacaksın?’ sorusu hükümsüz. Yatağından naklen bildiriyor internete düşen kayıtlar.
Utanmayı bilselerdi...
Kendine, adına, hayatına, fikrine ama hepsinden önce ülkene sahip çıkmak için ne bekliyorsun? O onurlu, o dik, o heybetli duruşun bozulmuyor mu ayaklarının altından kayarken vatan toprağı? Sendelemiyor musun? Nasıl beceriyorsun hala “vatanın yılmaz bekçisi” pozunu kesmeyi? Utanmıyor musun?Hiç mi utanmıyorsun gerçekten?
“Yok canım, bunca yıllık hukukumuz var, benden hesap soracak değiller ya” deme; sözümüz sana; Makam odanın havadar iklimini riske atamayan sana... Adam yokluğunda kestirmeden ‘kanaat önderliği’ne terfi etmiş sana... Seçimden seçime, ya bir arının kanadında, ya kurt sürüsünün arasında, ya da kıratın sırtında “ya kısmet” diyen sana... Geçmişinin kredisinin, gelecekte yan gelip yatma hakkı verdiğine inanan sana...
Başbakan’ın tebessümle elini sıkması bu kadar mı önemli senin için? TBMM Onur Ödülü’ne aday gösterilebilme şansını kaybedersen dünyanın sonu mu gelir? Köşk’te ağırlanmayıver, bu senin değerini mi eksiltir? Milletvekili olmadan göçüp git bu diyardan gam mı?
Fincancı katırlarını ürkütmediğin de, üniversitenin, pardon ‘atanmış rektör’ün muteber hocası olarak kaldığında, derneğine ‘yol’ verdiklerinde, AKP seni akredite ettiğinde, bataklığın çamuru sana bulaşmayacak mı sanıyorsun? Farzet bulaşmayacak; Sen eksik kaldığın için, sahipsizleşen ve sırf bu nedenle kimi sürülen, kimi mesleğinden ihraç edilen, kimi cezaevine konulan, kimi yatağa düşen, kimi fani dünya ile gözü arkada kalarak vedalaşan arkadaşlarından, öğrencilerinden, öğretmenlerinden utanmayacak mısın?
İncileriniz dökülür
Madem köyün delisi olma rolünü bize biçtin; hakkıyla oynarız. Günaşırı açılan davalar, uygulanan ekonomik ambargo, tepemizde ‘olur da kurtuluş savaşının yürekli milleti gibi yoktan var olurlar, büyür, yükselirlerse’ diye preslemek üzere bekleyen o ele rağmen elimizde kalan bir çift çorabı da veririz. Yürütülen psikolojik savaşa, geriye kalan tek varımız, yüreğimizle karşı koyarız, yettiği kadar...
Aman siz yorulmayın. Kalemlerinizi çekip cephenizi savunmayın. Bir gün de telefona ‘bu taş çok ağır, biz de elimizi koyalım’ demek için uzanmayın. İncileriniz dökülür. Milliyetçi olduğunuz duyulur karizmanız çizilir! Devşirmeliğin sefasını süremezsiniz.
Vekaletinizi bir siyasi partiye vermişsiniz ya, bağırıp dursun sizin yerinize... ‘Millet uyandırma servisi’ gibi çalışan bir gazetede var nasılsa... Sizin eliniz kirlenmesin de size ne gerek var o zaman? Nasıl milliyetçisiniz?
“Cumhuriyet mitingi” gibi terörist eylemler(!)den geçtim, bir bildiri yazıp altına imza atmaktan aciz misiniz?
Bu bağlamda; milletin vekalet verdiği sayın vekiller, sıralarınızı ihanet içindeki başkaları kapmadan önce, hala oradayken, niye çarşafa dolamıyorsunuz açılımlarını? El kaldırıp-indirme sezonunu mu bekliyorsunuz gül cemalinizi göstermek için?
Kaçak güreşme hakkına olmasa bile özgürlüğüne sahipsiniz. Ama siz bukalemun modeli milliyetçilik anlayışınızla safları seyrelttirseniz, bizler de bir gün milli düşünen aydın kalmadığı için Fehmi Koru’ya danışmak durumunda kalırsak gerçekten, çıkıp karşımıza “Satıldınız” demeyin! Ağzınızda iğreti durur!
Bu fotoğraf gerçek olursa...
Yeniçağ, 23 Ocak 2009 tarihli “Dünyayı pembe okuyun” sayfasıyla günümüz medyasına biçilen role, ironik bir örnek vermişti.
O gün “İyi ki varsın ABD” manşetiyle çıkan ve “Türkiye’nin kurtuluşu Avrupa Birliği’nde” diyen Yeniçağ, kişisel veya kurumsal kaygıların milli kaygıların önüne geçmesi durumunda, kendisine “milliyetçiyim” diyenlerin de o korku dalgalarına teslim olması halinde mahkum edileceğiniz uyuşturucu gündemin fotoğrafını çekmişti.
++++++
Başkan’ın oğlu kulüp başkanı oldu!
Olabilir, yeteneği vardır, arzu etmiştir, “Baba bana kulüp al...” demiştir. Baba da Ankara kentinin 4 dönemdir (20 yıl eder) üst üste seçilen kesintisiz Belediye Başkanı ise; “Oğlan 32 yaşına geldi, belediye başkanı adayı yaptık sandıktan çıkamadı, kulüp alalım da işsiz kalmasın” diye düşünmüştür.
Başka türlü nasıl olur!
Türkiye’de futbol kulübü başkanları; iş adamlığında, ticarette, “1’e aldım- 11’e sattım” becerisinde, devletten ihale almada, özelleştirmeden pay kapmada, ucuz şehir arsası toplayıp, 8 emsal imar izini çıkartmada yetenekleri olan insanlardan çıkıyor.
Kulüp başkanı, yırtıcı olacak.
Gözü kara, atılımcı olacak.
Parası-pulu bulunacak.
Küpünün tamamı dolu olmasa da olur, altlığı, birikimi olacak ki, renklerine âşık milyonlarca taraftarı bulunan bir kulübün başkanı olmanın sağlayacağı ilave sinerji ile küpün boş tarafını da doldursun. Dün gazetelerin spor sayfalarında vardı; Fenerbahçe’nin Başkanı Aziz Yıldırım’ın “Birinci devreyi önde bitirin 2.5 milyon dolar primi veriyorum, futbolcular aralarında paylaşsın”
müjdesinin haberi manşete oturmuştu.
İki-üç cümleyle anlatmaya çalıştığım; “meşin top yuvarlaktır ve fakat başkanımız da hem yırtıcı hem gözü karadır” futbol dünyasının renkli hayatına Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in 32 yaşındaki oğlu Ahmet Gökçek de “Kulüp başkanı olarak” girdi. Hürriyet’ten Özgür Şahiner’in yazdığı güzel habere göre, Belediye Başkanı’nın 32 yaşında olduğu için teorik olarak parasız, pulsuz, küpsüz oğlu; Milli Kurtuluş Savaşı’ında orduya silah üretmek için kurulan Makine Kimya Endüstrisi’nin (MKE’nin) 90 yıllık futbol takımı Ankaragücü’ne başkan oldu.
Nasıl oldu?
Neden oldu?
Ve jetleşmiş transfer de şöyle oldu: Onursal başkanlığını Baba Melih Gökçek’in yaptığı Ankaraspor, oğul Ahmet Gökçek’in başkanlığına geldiği ekonomik kriz içinde bunalan ve 17 milyon dolar borcu olduğu söylenen Ankaragücü’ne transferin son 3 gününde 5 oyuncu birden sattı. Oğul Gökçek, Baba Gökçek’in takımından 5 futbolcuyu, nasıl, hangi parayla transfer etti? Her şeyi bilen Erman Hoca bile hayret etti!
Anlayamamış, çözememiş.
Bakan’a soruyor!
* Necati Doğru / Vatan
++++++
Rezalet
Dedi ki:
“Yeni yönetime elimizden gelen desteği vereceğimize belediye başkanı olarak söz veriyorum. Bunları yaparken belediyeden para aktarmayacağız. Mevcut imkânları kullanacağız. Mesela mafyanın elinde olan otopark sektörü var. Kulübün onlardan gelir elde etmesini sağlayacağız...”
Bu satırlar Milliyet’te yayımlandı. Yalanlanmadı...
Demek ki başkentin Belediye Başkanı mafya ile hiç çekinmeden işbirliği yapıyor.
Mafya’nın yasadışı gelirinden futbola pay (haraç) alacağını ilan ediyor...
Acaba konuyu otopark mafyasının liderleriyle konuşup gereken sözleri aldı mı?
Kullandığı ifade o izlenimi veriyor...
Böyle rezalet herhalde
görülmemiştir...
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Uygulamalı gizlilik dersi
Deniz Feneri ile ilgili olarak ifadesine başvuranların kimlikleri gazetelerde “örtülmüş olarak” yayımlanıyor. Diyelim ki ifade vermeye ben gittim, adım şöyle çıkıyor: Mehmet Y.
Savcılığa her ifade vermeye gidenin suçlu gibi algılandığı bir toplumda güzel ve takdir edilecek bir uygulama bu!
Ve soruşturma süreci ile ilgili hiçbir haber de gazetelere sızmıyor. Ne ifadeleri öğrenebiliyoruz ne de hazırlanmakta olan iddianamenin genel hatlarıyla ilgili bir ipucu var.
Acaba Ankara’daki savcılardan rica etsek, bu doğru uygulamayı nasıl başarabildiklerini İstanbul’daki Ergenekon savcılarına da öğretebilirler mi?
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
++++++
Soruşturmak yürek ister
Siyasi himaye gören bu suç örgütünün Türkiye uzantılarını yakalamak, dolandırıcılarla ilişkisi bulunmayan bir iktidarın işbaşına gelmesine bağlıdır.
Şu iki örnek bile yeter: 1. Erzincan C. Başsavcısı İlhan Cihaner, iki cemaatle ilgili soruşturma başlatmıştı. Hakkında üç disiplin soruşturması açıldı ve telefonları dinlemeye alındı. “Ergenekoncu” diye çamur attılar. 2. Cumhurbaşkanı Gül’ün “kayıp trilyon davası” nedeniyle yargılanması ve “Sayın Öcalan” diyen Başbakan hakkındaki takipsizlik kararının kaldırılması gerektiğini savunan Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz da müfettişlere havale edildi. Deniz Feneri ile uğraşan savcı inşallah yüzme biliyordur!
* Güngör Mengi / Vatan
++++++
MİNİ YORUM
Bakü’den bildirenler
Açılımcı başıların soytarılığını görev edinenler Erivan ve Bakü’den ’mutluluk, heyecan, coşku’mesajları geçiyor. Azatlık Meydanı’ndan bildiren muhabir “Bakü umutlu” diyor. Arkasına alarak poz verdiği meydanın tarihinden bihaber olduğu öyle belli ki. O meydana adını veren bağımsızlık için tankların önüne bedenlerini siper eden Azerbaycan Türkleri’nin, Karabağ’ı altın tepside sunmayacağı gerçeğinden o kadar uzak ki...