Köylü ile yılanın yüzleşmesi

Biri öldüyse, biri sürüldü. Biri asıldı, biri yakıldı, biri yıkıldı, biri itilip, kakıldı. Kiminin evlat, kiminin kuyruk acısı var. Bunu bile bile “açılmak” mı lazım yeni yaralara, yoksa “sarınmak” mı tahammül ilacına?
Türkiye bu hızla bölünmeye sürüklenirse; kastettiğim sadece haritalar üzerinden yürütülen fiziki bir süreç değil;
Türkiye üzerinde yaşayan insanların etnik kimliklerine, dillerine, dinlerine, ideolojilerine, hayat tarzlarına, içinden geçtikleri tarihi süreçlere ve o süreçlerde yaşanan mücadelelere, karşıtlıklara, rekabete, hesaplaşmaya vs... göre kamplaştırılarak, kimlik fişlemeleri yapılarak, düşmanlaştırılarak, birbirlerine ötekileştirilerek bu hızla bölünmeye sürüklenirse, başımıza gelebilecek en kötü şey nedir hiç düşündünüz mü?
Bugün yapılmaya çalışıldığı gibi birbirimize bakıp bakıp;
“-Sen Kürtsün, hatırlıyorum benim çocuğumu öldürmüştün....”
“- Sen Cumhuriyetçisin, benim saltanatımı bitirmiştin...”
“-Evet evet, sen osun dedelerimi kılıçtan geçiren Sünni...”
“- Ama sen de tavuğuma kışt demiştin Alevi zındık...”
“-Bak bakayım bana, Türk’üm mü dedin, o ne öyle kaşının üstünde gözün mü var senin?..”
“Yüzleşme” veya “açılım” kavramlarını kullananlar neden özellikle “alacak-verecek” hesaplarını kurcalıyorlar dersiniz?
Gelin nedenini ibretlik bir hikayeyle anlatalım;
Köylü ile yılanın hikayesi...
Köylü ile yılan karşılıklı çıkara dayanan bir dotluk geliştirirler. Buna göre köylü bahçesindeki yılana her gün bir kap süt götürür, yılan da karşılık olarak, köylüye her gün bir altın verir.
Gel zaman git zaman, insanlık hali işte, köylü bir gün hasta olur. Hanidir işleyen sistem aksamasın diye, yılanla olan anlaşmalarını oğluna anlatır ve süt götürme işini bir günlüğüne ona devreder. Çocuk babasının tarif ettiği gibi yılanla buluşacağı dut ağacının dibine gider, ancak her gün bir altın için süt taşımaktansa, yılanı öldürüp bütün alınları bir kerede almanın daha kolay olduğunu düşünür ve sütünü almak için gelen yılana baltayla saldırır. Balta darbesiyle kuyruğu kopan yılan, can havliyle çocuğa sarılır ve çocuk boğularak ölür.
‘Hepsini’ dedi elindekinden oldu
Sütü götürüp, bir altınla dönmesi gereken çocuğundan epey zaman ses çıkmayan köylü endişelenir. Kendini toplar ve ne olduğunu öğrenmek için bahçeye gider. Gördüğü manzara korkunçtur:
Bir yanda oğlunun cansız bedeni, diğer yanda yılanın kan revan içinde kıvranan kuyruksuz bedeni.
Birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için “paylaşarak” huzur içinde yaşamayı öğrenen köylü ile yılan başlarına gelen bu felaketten sonra aralarındaki ilişkiyi noktalarlar. Ta ki birbirleri olmadan yapamadıklarını görünceye kadar...
Görüşmedikleri sürede süt bulamayan yılan aç kalmış, altınları tükenen köylü de dara düşmüş. Hayatta kalabilmek için yeniden biraraya gelmeye karar vermişler. Eskisi gibi dost olmak için samimi bir çaba içine girmişler.
Köylü yine hergün yılana süt taşımaya, yılan da köylüye altınını vermeye başlamış.
Bir gün, iki gün...
Köylü yılanı görünce oğlunu boğarak öldürdüğünü, yılan köylüyü görünce nasıl kuyruksuz kaldığını hatırlar...
Derken üçüncü gün köylü dayanamamış: Kusura bakma, bende bu evlat acısı, sende de kuyruk acısı varken, biz artık dost olamayız.
Yok saymak mümkün değil
Şurası bir gerçek ki, bu toplumun her katmanının, kendini ne olarak ifade ederse etsin her kesiminin kendisine göre bir acısı var; kiminin ki kuyruk; kiminin ki evlat acısı... Ne bunları yok sayarak yaşamak mümkün, ne de her gün aynı yarayı kanatıp, acıyı tazeleyerek...
Yüzleşmekse, şu gerçeği kabul etmek gerekli önce; kimse atıp tuttuğu kadar “içten” ve “sancısız” kucaklayamaz birbirini. “Kardeş” lik öyle kolayca ortak olunabilecek bir müessese değil.
En büyük yanlış “hiçbirşey olmamış gibi” davranmasını beklemek insanlardan. Birbirlerine baktıklarında gördüklerini “yok saymak”... Halbuki herkesin birbirinin acısının farkında olarak yaşaması mümkün; bunun için ille de canciğer kuzu sarması olmak gerekmiyor; “tahammül” edebilmeyi öğrenmek yeterli...


++++++


İftiraya karşı hukuk savaşı
Önemli bir tazminat davası geçenlerde karara bağlandı... Mahkeme, Zaman gazetesi yazarı Prof. İhsan Dağı’nın, Profesör Süheyl Batum’a 10 bin lira tazminat ödemesine karar verdi... Dava konusu ODTÜ profesörlerinden İhsan Dağı’nın bir yazısında Süheyl Batum’a ” Ergenekoncu “ ve ” Darbeci “ sıfatlarını yakıştırmasıydı. Süheyl Batum karşı tarafa 20 bin liralık hakaret davası açtı. Mahkeme 10 bin liraya karar verdi. Dava şu anda Yargıtay’da...
Süheyl Hoca, dava dilekçesinde şunu da belirtti: ” Bu tür baskı ve hakaretlerin amacı Türkiye’yi karanlığa götürmektir.
Yandaş basın neredeyse tüm emekli generallere “darbeci” damgası vuruyor. Ergenekon davasında hukuka uyulmasını isteyen kim varsa o da “Ergenekoncu” oluyor.
Batum, bu yaftalara maruz kalan herkesi dava açmaya davet ediyor. Bu haksız kuşatma ve baskının hukuk yoluyla kırılması için tüm hakarete uğrayanları onurlarını korumaya çağırıyor...
* Melih Aşık / Milliyet

++++++


GÜNÜN SÖZÜ
RTÜK Başkanı, “Dizileri hem şikâyet ediyorlar hem izliyorlar” diye sitem etmiş. O kadarla kalsa yine iyi. Partilere de hem sövüyorlar hem gidip oy veriyorlar..
* Fahrettin Fidan

++++++


Gene ‘kurban’ kandırmacası başladı
Almanya’da bütün birikimlerini ’yeşil sermaye’ye kaptırdığından şu anda ’temizlikçilik’yapmak zorunda kalan Hanefi Doğan, yine feryat ediyor: “Türk televizyonlarının Avrupa kanallarını izleyen var mı? Sürekli ’kurban’ reklamı yapılıyor; vatandaşlarımız yine kandırılmak isteniyor. Özellikle de ’vekâleten’kurban kesiminde...
Malum bazı ’yardım’ dernekleri, 39 Euro’dan 100 Euro’ya kadar kampanya yürütüyorlar.
Türkiye’de şu anda kurban kampanyası olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mehmetçik Vakfı dışında hiçbir yere vekâletle kurban bağışı yapmasınlar. Afganistan, Somali diye kandırılmasınlar.”
* Yalçın Bayer / Hürriyet


++++++


Muhafazakar medya Kandil’den bildiriyor
“Muhafazakâr ve milliyetçi yayın politikasıyla bilinen Türkiye gazetesi” nin “Kandil’de Murat Karayılan ile yaptığı ropörtaj” Cumhuriyet Gazetesi’ne haber oldu. Gazete “Türkiye Kandil’den bildiriyor” başlıklı haberinde, Türkiye Gazetesi’nin Kandil’e muhabir göndererek terör örgütü PKK’nın Kürt açılımına destek mesajlarına iki tam sayfa yer ayırdığına ve Karayılan’ın “Çözüm Türkiye’yi dünya lideri yapar” sözünü manşete taşıdığına “ dikkat çekti.
Aynı gün Yenişafak’ın manşetinde de Osman Öcalan’ın ” Eve dönüşe katkı için bavulumuzu toplamaya hazırız “ sözleri vardı.
“Teröristlerin barış güvencini!” gibi kanat çırparak taklalar atanlara tekrar sormalı: Bu nasıl milliyetçilik?


++++++


Adli Tıp Kurumu ‘adli tıplık’ mı oldu?
Anlatılanların onda biri bile doğruysa, “adaletin tecellisi için” çok gerekli ve önemli bir kurum olan Adli Tıp Kurumu çökmüş demektir!
Adli Tıp Kurumu Başkanı Doç. Dr. Haluk İnce’ye birkaç soru soracağım:
1) Albay Dursun Çiçek dosyasında, neden Grafoloji (yazıbilim) Bölümü’nün Genel Kurulu’nu oluşturmadan rapor yazdırdınız? Bu; yasalara, kurum yönetmeliğine ve bugüne kadarki uygulamalara aykırı değil mi?
2) Albay Çiçek’le ilgili inceleme raporunun altında imzası olan ve görevlendirmeyle Fizik İhtisas Dairesi Başkanlığı yapan Bülent Üner’in uzmanlık alanı nedir? Grafoloji konusundaki deneyimi ve bilgisi yeterli midir?
3) Grafoloji bölümünün bağlı olduğu Fizik İhtisas Dairesi’nde “uzman olarak” görev yapan 7 kişinin tamamının da “hekim” olmasının açıklaması nedir? Batılı ülkelerdeki benzer birimlerde neden ressamlar, grafik eğitimi almış uzmanlar ve fizik mühendisleri görevlendirilmektedir?
4) Benzer durum; aynı dairenin Ses ve Görüntü İnceleme Laboratuvarı için de geçerli mi? Buradaki 8 personelin 7’sinin hekim olmasının gerekçesi nedir? Bilim alanları insan vücudu olan bu uzmanların; bilgisayar, elektrik ve eloktronik mühendislerinin görevlendirilmesi gereken bir laboratuvarda çoğunlukta olması, size de garip gelmiyor mu?
5) Yasalara göre; Kurum’un başkan ve iki başkan yardımcısı, Adalet Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın üçlü kararnamesiyle görevlendirildiği halde... Şu anda Kurum’da, yönetmeliğe aykırı olarak üçüncü bir Başkan Yardımcısı’nın (Biyolog Nezir Mazi) idari ve mali işlerden sorumlu olarak görev yaptığı doğru mudur? Öyleyse; yasalara aykırı bu atamayı, adalete hizmet eden bir kurumun başkanı olarak nasıl izah edebilirsiniz?
* Mustafa Mutlu / Vatan


++++++


Altan hakaret mi ediyor, iltifat mı belli değil...
Ahmet Altan’ın “Türkiye’nin kilidi medyadadır.
Bu kilidi çözmeden Türkiye’de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananları anlamanız mümkün değildir ” cümelerine bakıp önce “Misyonuyla ilgili bir itiraf mı?” diye sormak gerekiyor...
“Hakaret mi, iltifat mı” meselesine gelince de; Altan’ın, son planları “Kafes”i yayımladığı günden bu yana “Niye kimse bizden bahsetmiyor” diye dövündüğünü duymayan kalmamıştır. Önceki gün yine aynı mealde bir yazı yazdı. Medyanın, Taraf’ı kutsayan “iyi çocuklar” ını sıraladı: Zaman, Yeni Şafak, Bugün... Ve medyanın “namuslu insanları” nı: Sabah susarken o gazetede yazan Emre Aköz, Mahmut Övür, Hürriyet susarken o gazetede yazan Eyüp Can... Dün de unuttuklarını ekledi: Vakit ve Evrensel...
Adı geçen gazetecilerle ilgili herşey ayan beyan ortada. Ama Taraf’la manşet kardeşliği yaptıkları için Altan’ın “yürüyün aslanlarım” diyerek sırtlarını sıvazladı o gazetelere iki çift sözüm var.
Siz ki “dindar medya” nın “kaleleri” , yok o da yetmez “heybetinizi” tanımlamaya... Siz ki ey iktidarın süngüsü, kağıttan “tower” lar;
Sizin mahallenin raconunu ne zamandan beridir sado-mazohizmi, ensesti, hayvanlarla, hemcinslerle kurulan sapkın ilişkileri onaylayan, mahreminiz olan kadınlara “fahişe potansiyeli” taşıdığına inanarak yaklaşan, yasak ve ayıba karşı koyamayan, Allah’ın verdiği canı almayı çekici bulan, vahşiliğe yatkın, tabu-yıkıcı Ahmet Altan kesiyor?
Altan’la aynı tarafta olduğunuzu duysalar, okuyucularınız sizinle övünürler mi, yoksa utanırlar mıydı dersiniz?
“Sembolik” de olsa temsil ettiğiniz değerleri bir düşünün bakalım; sizce Altan’dan “aynı tarafta olduğunuzu” duymak size iltifat mıdır yoksa hakaret mi?


++++++


İnandırıcılıkları erozyona uğradı
Taraf, birkaç ay önce hakikaten de Ahmet Altan’ın dediği gibi yayınladığı belgelerle ana haberlere konu olur, gazetelerin manşetlerine çıkardı. Fakat Taraf arka arkaya yalan çıkan haberlerini sahiplendi. Ve bunlar medyanın inandırıcılığına büyük darbe vurdu. Zaten medyanın inandırıcılığı ciddi anlamda erozyona uğramıştı, bu gazete sadece bu erozyonu daha da genişletti. İşin ilginci, kendilerine inanan, iyi niyetle alıntı yapan, Taraf’a destek çıkanları da zor durumda bıraktı bu ısrar.
Taraf bundan sonra doğru bir
haber verse bile, kimse inanmama eğiliminde.
* Oray Eğin / Taraf


++++++

MİNİ YORUM
Yemeden olmuyor

AKP’nin, “Majestelerinin Karikatüristi” nin eşi olarak da tanınan vekili Nursuna Memecan “Kürt Açılımı” için dahiyane bir öneride bulunmuş: “Batılı vekiller Doğu’ya, Doğulu vekilller Batı’ya gidip insanların evlerine misafir olsun, yemeklerini yesinler.” Hürriyet “Yemeden yapamıyor” başlığıyla duyurmuş haberi. Günümüz vekil profili bu; Ya “yiyecek”, ya “yedirecek”... Erdoğan’ı “hazmettire hazmettire” metodunu uygulamaya iten de, Nursuna Hanım’ın ev yemeğine katılıp yemelere doyamayan E.A. tipi canlı örneklemi olmasın sakın?

Yazarın Diğer Yazıları