"Kötüler"de duran gizemli saat!..
İnsanın yüreğinde bir hüzün yarası gibi durur ya bazı anılar, hiç kuşkunuz olmasın işte öyle bir üzüntüydü o!.. Minicik bir yürekte serzenişlerin tekme attığı, ıstırabın çile çektiği ve üzüntünün kahrolduğu bir yara...
O çocuk var ya; kabusa bulanmış bir karanlık rüyada yüreğini kaybetseydi bile bu kadar üzülmezdi herhalde... Çünkü rüyalarından çıkmayan görüntü; başına adeta kaynar sular döktüren o manzara değildi yalnızca...
Bir adamın belki de tek lüksünü, kim bilir çaresiz kaldığında ekmeğe dönüştürebileceği tek zenginliğini çocukça bir şımarıklığın ya da özlemin kurbanı etmişti ya, işte ona kahroluyordu...
Hiç ağlayamadı o günlerde ama ağıt da, boğazında bir akreple yelkovanın koşuşturması gibi debelenip durdu!..
O yüzden utangaçtı o çocuk... İşte o yüzden çaresizce, hatta suç işlemiş bir masumun çekingenliğiyle gözlerini kaçırırdı herkesten... Bir kabahat işlemiş masumun ufacık başını nereye gizleyeceğini bilememesi...
Bir küçük serçenin ekmek kırıntısı peşinde, panikle pusuya yatması!..
Ya da bir minik kedinin, süte muhtaç mahcubiyeti gibiydi...
O çocuk, işte o üzüntünün acısıyla, cılız bedenine gizlenmiş buruk yüreğiyle kahrolup durdu günler boyu... Sokaktaki her adamın, okuldaki her öğretmenin ve çevresindeki her büyüğünün kollarına mahcup biçimde bakarken hep o manzara geldi aklına...
Akrep, yelkovan ve kılıç!..
Bundan belki de 40 yıl önce... Bir ilkbahar gününde, Urfa'nın kaçakçılarıyla ünlü Kötüler Mahallesi'nde, iki odalı briketten gecekondunun tahta kapısı önünde yaşandı her şey...
Kıpkırmızı toprak kokusunun, cimri yağmurlar sayesinde az da olsa gökyüzüne savrulduğu bir sabahın coşkusuyla harekete geçti çocuk...
Makineyle tıraş edilmiş saçlarıyla garip duran o çocuk, üzerinde eski püskü kıyafeti ve masum çehresiyle gözlerini yine o gizemli ve çekici nesneye dikmişti...
Tüm sevimliliği ve nazıyla, hatta bir babayı pes ettirecek şımarıklığıyla, o köhne mahallede, gümüş rengi bir radyonun dışında aykırı duran tek zenginliğe odaklanmıştı:
Babasının bileğindeki siyah kayışa bağlı o beyaz ve de güzel saate...
"Nacar" yazıyordu sanırım üzerinde... Çocukluk bu ya, buzdolabı ve televizyonla tanışmadığımız; elektriğin bile henüz bağlandığı o mahallede, gecekonduların arkasında birer korku abidesi gibi duran Bizans mağaraları kadar gizemli geliyordu o saat...
Küçük yuvarlak bir çemberin üzerini kapatan camın altında, birer minik kılıcı andıran iki ince çubuğun birbirini kovalaması ne kadar da ilginçti?..
Küçük "Memed" her sabah yatağından fırlar, babasının yastığın başucuna bıraktığı o saati minik elleriyle kavrar, akrep ve yelkovanın koşuşturmasını şaşkınlıkla izlerdi...
Hep şunu düşlerdi çocuk aklıyla; "Küçücük ve incecik bir kutunun içinde minik adamlar vardı ve o küçük kılıçları rakamların üzerinde onlar çevirip duruyordu!.."
Kutuya gizlenmiş forsa!..
Oysa o saat, tüm gizemine rağmen aslında hiç de masum değildi!.. Çünkü hayatın kısır döngüsü içinde, yaşamı acımasızca kısaltan bir nesneydi saat!..
Bilmiyordu ki çocuk; o saat döndükçe aslında zaman, kendisinin de çocukluğunu, hayatı kıskanan bir törpü gibi hızla kemiriyordu!..
Bilseydi bunları; o küçücük saatin içinde forsa gibi düşlediği minik adamlara, bir mazlumun masumiyetiyle acır mıydı o çocuk?..
Babası, küçük Memed'in gözlerinin her an ona odaklandığının farkındaydı ve işte o bahar sabahı, dağlardaki çiğdemleri andıran nazlara dayanamadı ki, kolundan saati çıkarıverdi...
Sonra da, şaşkınlıktan adeta dili tutulan çocuğun incecik bileğine takıverdi... O siyah bez kemer, şark çıbanlarının bir "güzellik" gibi yaralar açtığı buğday tenin üzerinde, Bizans mağaralarında toza bulanmış bir antika kelepçe gibi parlayıverdi!..
Tıpkı o saate kavuşmak, onu bileğinde görmek için aylardır bekleyen küçük "Memed"in Harran toprağı kadar hasret çeken kahverengi gözleri gibi...
O günlerde sayıları henüz dört olan kardeşlerinin şaşkın bakışları arasında, babasının tek zenginliğini bileğinde hisseden çocuk, yaşamının henüz baharında çok mutlu olmuştu... Zaman artık nefes kesen nabzının heyecanlı vuruşlarıyla da yarışıyordu!..
O zamanlar, kiralık elbiselerle fotoğraf çektirmeye giden kaçakçıların, objektife böbürlenerek gösterdiği tek zenginlikti saat!..
Fırat gibi akıyor zaman!..
Büyümenin sigara içmek, kahveye gitmekle kanıtlandığı o günlerde, zamanı takip etmeyi kocaman olmakla eşdeğer tutan o çocuk, koluna takılan gizemin coşkusuyla gün boyu sokaklarda caka sattı akranlarına...
Ta ki akşam olana kadar... Ta ki zaman; güneşin batışıyla doğuşu arasında o kısır döngüye saplanana kadar!..
Hava kararınca, kolunda taşıdığı zamanı tüketmenin coşkusuyla eve dönen çocuk, yüreğinde yıllarca kapanmayacak o hüzünlü yarayla da tanışmış oldu!..
Babasının, "saatin nerede Memed" sorusu, o masum gözlerini, incecik bileğine odaklamasına yetti!.. Zaman işte asıl o an, bir kabus filminin tek karede donmuş siyah beyaz fotoğrafı gibi duruverdi!..
"Başıma kaynar sular döküldü" deyimiyle o an tanıştı çocuk ve cılız bedenini, mağrur bir edayla taşıyan dizleri tutmaz oldu!..
Ağlayamadı bile çocuk... Ağıt geldi boğazında kilitlendi, tıpkı pili bitmiş bir saatin, zamanın devinimine yenilmesi gibi çaresizce tıkanıp kaldı...
O gün o çocuk, babasının o sorusuna hiç yanıt veremedi... Aylardır kolunda görmek için çırpındığı o saat; mahalle arasında coşkuyla oynarken, siyah kemeri ince bileğine büyük gelmiş olmalı ki, kolundan uçuvermişti!..
Geçimini Suriye'nin mayınlı topraklarından çay ve kahve getirerek kazanan babası Hüseyin, belki de o ana kadar ilk kez kızmadı, bağırmadı ona... Keşke bağırsaydı ve keşke okkalı bir tokat atsaydı da, o yara o gün kanayıp kurusaydı...
O saat, o gün kaybedilen zamanlar gibi durdu ama merak etmeyin, o çocuk "günde iki kez doğruyu gösteren bozuk saatler" gibi kalmadı!..
O gün bugün... Yıllar boyu rüyasında yollara saçılmış saatler gören minik bir yürekteki ıstırabı, 40 yıl sonra acıyla itiraf edebilecek kadar doğru durmaya devam ediyor...