Köstebek kadrolaşma
“Kağıt parçası”nın altı ayda “belge”ye evrilmesiyle ne ordu içindeki “cuntacılar”ı keşfetmiş olduk, ne de “sivil darbe”cileri... Bu skandal süreçle tartışmasız hale gelen tek gerçek var: TSK delik deşik!
Vatan yazarı Necati Doğru dünkü köşesinde “Orduyu darbeci gösterme ve iktidar partisi AKP’yi mağdur-mazlum sayma niyeti bulunduğunu, bazı gazetecilerle aydınların bu kötü niyetin aleti yapıldıklarını” yazdım. Yanıldım. Özür diliyorum” yazdı. Oysa “servis elemanı” gazeteciler, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın yürrüttüğü soruşturmayla ilgili olarak, İstanbul Cumhuriyet Savcıları’na gönderilen(!) “ihbar mektubu”nu “ele geçirmenin” şehvetiyle, mürekkep yerine adeta salyalarını kullanarak yaptıkları baskıları pek de öyle “iyi niyet” gösterisi sayılamazdı.
Kasap kedisine benziyorlardı. Önlerine atılan ciğer parçasına pençelerini öyle bir geçirişleri vardı ki; maksadın karın doyurmak olmadığı aşikardı. Öyle ya, nihayetinde kasabın kedisi, yediği önünde, yemediği arkasında. Kıtlıktan çıkmış değil ki, böyle görmemişin ciğeri olmuş misali lime lime etsin...
Belli, tırnaklarını geçirecek hale geldikleri bilinsin istiyorlar. Daha yargılanmadan suçlu olduğuna hükmettikleri Dursun Çiçek’i tırmalarken aslında “AB standartlarında olamayan Ankara’ya, rejime, devlet zihniyetine lanet” okuyorlar. O ihbar mektubunun servisi için “seçilmiş” olmanın “Değişime direnç gösteren kurumlar işte böyle tasfiye edilecek” diyerek Türk Milleti’ne “nanik” yapma hakkı verdiğine inanıyorlar.
Ne garip bir illiyet bağı değil mi? Velev ki bir subay, bir suç işlemiş olsun; buradan II. Cumhuriyet’i ilan fermanı çıkarmak, fazlaca hesaplı-kitaplı bir “refleks” değil mi?
Sonuç ne olursa olsun, medyanın “Dreyfus virüsü”ne yakalandığı gerçeğinin üzerini örtmez!
Çiçek’in yargılama sonucunda “suçlu” bulunması, yargısız infazı meşru hale getirebilir mi? Veya “belge”nin gerçek olması, onun sızdırılmış olduğu gerçeğini “mazur” gösterebilir mi?
Doğru’nun yazısından devamla bakın ne, nasıl olmuştu: “Belge, ihbar üzerine polis baskını ile bulunmuştu. Adalet yani savcılar; 5 gün içinde bu belgenin doğru olup olmadığını soruşturacak, hazırlayanı kulağından yakalayıp “seni darbeci seni...” diye adalete teslim edecek yerde 5 gün sonra bu fotokopi gazeteye sızdırılmıştı. Pis medya infazı yapılıyordu. Bu hukuksuzluktu. Devlet ve adalet belgenin gerçekten Albay Çiçek’in kaleminden çıktığını ispatlayamıyor fakat sahtekârlığı yapanı da bulamıyordu.”
Bir Fransız subayı olan ve gizli askeri belgleri Alman Askeri Ataşesi’ne göndermekle suçlanan Yüzbaşı Alfred Dreyfus, yargılanmadan basın tarafından “suçlu” ilan edildi. Gazete sayfaları hakaretlerle, onur kırıcı karikatürlerle bezendi. Dava, Alman Ataşe’nin çöp sepetinde bulunan ve yazısı Dreyfus’un el yazısına benzediği ileri sürülen belge dışında “hiçbir delil olmaksızın” açıldı. Savaş Bakanı’nın hazırlattığı “gizli dosya”yı ‘hukuka aykırı biçimde’ dikkate alan “Paris Birinci Savaş Konseyi” oy birliği ile Dreyfus’un rütbesinin geri alınmasına ve ömür boyu hapsine karar verdi. Suçsuzluğunu ispata çalışanlar medyanın gayretiyle susturuldu. Hatta gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan subay olduğunu belirten ve yeniden yargılama talep eden bir binbaşı dahil çok kişi sürgüne gönderildi. Yargıçların “emir aldıklarını” yazan Emile Zola gibi aydınlar Yüce Divan’a yollandı.
Yıllar sonra Dreyfus’un mahkum ettiren belgelerin istihbaratta görevli bir albay tarafından hazırlandığı ortaya çıktı. Buna rağmen, ikinci dava da aklanmasına yetmedi; on yıl hapse çarptırıldı. Dreyfus ancak üçüncü dava ile aklanabildi; binbaşı rütbesi ve askeri onur nişanı ile orduya döndü. Suçsuzluğunun ilan edilebilmesi için ise tam 100 yıl geçmesi gerekti.
Dreyfus, orduya döndüğü gün “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara “Hayır, yaşasın hakikat!” dedi. Türkiye’nin de “Kahrolsun” veya “Yaşasın” demeden önce “Hakikat” demesi gerekiyor.
TSK’nın hedef olduğu “kara propaganda” sürecinde Dreyfus’unun kim veya kimler olduğunu “yargı” ortaya çıkaracak. Biz o hukuki onay gerektirmeyen fotoğrafı tartışmakla sorumluyuz.
Deniz Ülke Arıboğan “Suçlu kim olursa olsun, suçlanacak yer belli bir kurum olacağından, bu belge bir operasyon belgesidir” diye yazdı. Fotokopi haliyle “kağıt parçası”ndan öte vasfı yokken, iddialar doğruysa şimdi “belge”liğe evrilmiş olan “operasyon aracı”nın pişirilme, demlenme, servis edilme süre ve mercileriyle ilgili sorulardan daha ivedi bir sorunumuz var. “Benim belgem senin belgeni döver” pervasızlığı ile normalleştirilmeye çalışılan bir sorun.
“İhtiyaç anında” aile şirketi kasalarından çıkarılan “hisse senedi” sanki paylaşamadığımız... Sanki “kirli çıkı” anası yastık altından çıkardı “belge”yi habere sıkışan muhabir oğluna... Bakkaldan ciklet alır gibi kolayca edinebildiğimiz bir şey sanki “gizli askeri belge”...
Kimse işin vahametinin farkında mı değil, dillendirmek işine mi gelmiyor?
Diyelim belge gerçek; gizliliği kendi açısından hayati olan bir plana sahip çıkamayan kurum olur mu? Diyelim, hazırlayanlar ile sızdırılanlar aynı tezgahçı grup; dönen dolaplardan bu derece bihaber bir kurum olur mu? Kendisini yıpratmaya dönük bir belgenin, kendi karargahından dışarıya sızdırılması iki kat vahim değil mi? Bunlar Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘güvenlik duvarı’nın delindiği, hatta kevgire çevrildiği anlamına gelmez mi? Artık TSK’nın savunma stratejilerinin, harekat planlarının, operasyon hazırlıklarının, devletin sınırlarını, bölünmez bütünüğünü ve “bekaası”nı ilgilendiren en kritik hamle planlarının, eyleme dönüşemeden önce Amerikalılar’ın, İngilizler’in, İsrailliler’in, Yunanlar’ın eline geçmeyeceğine kim, nasıl ikna edilebilir? Jeopolitik konumumuzu kendi menfaat kilitleri yapmak isteyen küresel güçlerin istihbarat servisleri ‘bilgi ve belge’ sızdırma konusunda, saat hesabı dahi yapamayan Mehmet Baransu’dan çok daha kabiliyetli değil midir? “TSK içinde kadrolaşmış yapı”lar mazereti, böylesine ağır bir sorumluluktan kurtulmaya yeter mi? O zaman A kadrosunun biad ettiği güç emir versin “komplo belgesi” sızıdırılsın, B kadrosu kurum içi “darbe”ye kalkışsın, C yapılanması zuhur etsin “askeri sırları” tehdidi altında olduğumuz ülkelere sızdırsın... Bu mudur? TSK’nın dışarıdan emir alan o yapılar karşısında sergilediği çaresiz duruşu kabullenip “vah vah” diye sızlanmamız mı bekleniyor? Neye yarayacak?
Unutmadan; Dreyfus davasının en önemli sonucu Fransız Cumhuriyeti’nin temel değerlerinin tartışıldığı bir süreci başlatmış olmasıydı!
++++++
‘Siyasi şahit’ gölgesi
Ergenekon Savcılarından Fikret Seçen’in kardeşi evlendi, nikâh şahitlerinden birisi de Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı idi. Ergenekon davası, bildiğimiz nedenler ile elbirliğiyle siyasi bir davaya dönüştü.
Bu davanın siyasi tartışmalardan uzak tutulması, sanıkların adil yargılanma hakları açısından önem taşıyor ve buna en çok dikkat etmesi gerekenler de hiç kuşku yok ki savcılar ve yargıçlar olmalı.
Onlar bu tür konularda titiz davranmalı ki davanın üzerindeki siyaset gölgesi dağılsın, Türkiye için çok önemli bir davada “toplumun adalet duygusu” zedelenmesin.
Keşke, savcının kardeşi kendisine bir başka nikâh şahidi bulmuş olsaydı!
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
++++++
Çok kültürlülük operasyonu
Belgeliğimizden araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım ile Cumhuriyet’te 26 Kasım 2006’da yayımlanmış söyleşimizi çıkardık.
Yıldırım, Atilla Yayla’nın Kemalizme yönelttiği eleştiriler üzerine alevlenen tartışmaları yorumlarken “Türkiye’ye karşı yarı açık operasyon yürütülüyor” dedi. Yaklaşık 25 yıldır, Türklerin egemen olmayacağı bir federatif devletin yasal altyapısının hazırlandığından söz eden Yıldırım, “Ülkede devlet ile halkın arasında adı sivil, kendileri dışarıdaki devletin güdümünde, bir dernekler, vakıflar, meslek kuruluşlarından oluşan örümcek ağı kurulmuştur. Bu ağ, içerden yetiştirilmiş ‘kanaat önderleri’ denilen kişiler ve gruplarca egemenler adına uzaktan yönetilmektedir” diye konuştu.
Yıldırım, başta ABD, Almanya ve İngiltere olmak üzere Batılı yayılmacıların, ulusal devlet merkezlerinin egemenlik araçlarının ellerinden alınıp halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıklarının zayıflatılması için kendi dernekleri ve vakıflarıyla çalıştıklarına dikkat çekti. Yıldırım, şunları söyledi: “Amaçları gizlenemeyecek denli açıktır. Doğu Avrupa’yı, Afrika’yı, Asya’yı, Ortadoğu’yu, Okyanus devletlerini birlikte yeniden kolonileştirmek; doğal kaynakları çokuluslu şirketler aracılığıyla yağmalamak. Ulusal yönetimler, kısa devre edilirken dünya egemenleri, NGO, vakıf, enstitü ve ’think tank / düşünce topluluğu’adı altında, dışardan para ve eleman desteğiyle yönlendirilen dernekler aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmektedirler.”
Yıldırım operasyonun en önemli ayağının “çokkültürlülük” üstüne kurulduğuna değinerek, “ABD ve Alman vakıflarının başını çektiği güdümlü örgütlenmenin Türkiye’de temel hedefi, genişletilmiş bir operasyonla Türklerin egemen olmayacağı bir federatif devletin altyapısını hazırlamaktır” görüşünü savundu.
Yıldırım, “Federasyon altyapısı, ’AB kriterleri’abartılarak ve ’demokrasi’terimi de bolca kullanılarak yeni yasalarla, geleceği bağlayıcı uluslararası anlaşmalarla güçlendirilmektedir” dedi.
* Işık Kansu / Cumhuriyet
++++++
Yandaş medyadan daha yandaş
TRT’ye aktarılıcak yeni kaynaklar bulmak için cebimizden kurumun kasasına döşenen yeni “haraç nakit hatları” na tepkilere her gün bir yenisi ekleniyor. Son olarak Mehmet Y. Yılmaz “verdiğimize değse bari” dediği yazısında, kurumun yayın politikasını şöyle eleştirdi:
“TRT için toplanan paraların büyüklüğünü görünce insanın şaşırmaması mümkün değil.
Gazetelerde şöyle bir liste yayımlandı.
Cep telefonundan 100 milyon Euro, kara taşıtlarından 50 milyon Euro, mp3 çalarlardan 10 milyon Euro, yatlardan 200 bin Euro, uçaklardan 200 bin Euro ve değişik kalemlerden toplam 20 milyon Euro!
Neresinden baksanız 170 milyon Euro’ya varan bir kaynak, ceplerimizden TRT’ye aktarılacak. Reklam gelirleri de hariç!
Özel televizyon yöneticilerinin ağızlarının suyunu akıtacak bir rakam ve böyle bir bütçeyle ”en çok izlenen televizyon“ olmamak için bu işin nasıl yapılacağını bilmiyor olmak gerek.
Peki, bu kadar parayı verdiğimiz halde TRT görevlerini yerine getirebiliyor mu?
Yani özel televizyonların reyting kaygısıyla yüz vermedikleri türden haber programları, belgeseller, kültür programları, kitlesel olmayan sporları sevdirip yaygınlaştıracak programlar yapıyor mu?
Ne gezer! Bir tek görevi var sanki: En yandaş medyadan bile daha yandaş olmak! İzlenmeyi başaramadıkları için bunu bile doğru dürüst yapamadıkları da cabası!
TRT katılım paylarının üzerine durduk yerde böyle yüklenilmesinin bir nedeninin de TRT’nin futbol naklen yayın ihalesini alma hevesi olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Güya vatandaşa ”bedava maç“ izlettirecekler ama bir dekoder parasından daha çoğunu ceplerimizden peşin peşin alıyorlar. Üstelik maç izlemek için hiç para ödemeyi düşünmeyen milyonlarca kişi de bunu ödüyor!
Bakalım tüketici kuruluşlarının açtığı dava, bu haksız tahsilata engel olabilecek mi?”
++++++
Serra Karaçam: TRT’nin sorumluluğunun farkındayım
TRT 2’de yayınlanan Medya Müfettişi pogramının sunucusu Serra Karaçam, 13 Ekim 2009 tarihli Medya Polemik’te yer alan tespitlerimizle ilgili bir “teşekkür” mesajı yollamış. “Programdaki eleştirilerin Şamil Tayyar’a yönelik kurumsal bir saldırıyı yansıtmadığı konusundaki dikkatiniz için teşekkür ederim” diyor ya, ben Tayyar’ın dünkü “hormonlu TRT” yorumundan sonra bunun böyle sürüp sürmeyeceği konusunda şüpheliyim.
Neyse konumuz Karaçam’ın, hakkındaki eleştirilere cavebı. Aktaralım: “Kimse hedefimde olmadan, dengeli,açık görüşlü ve çok yönlü bakarak konuya değinmekten ibaret bir program icra ettik. Kaldı ki Sayın Tayyar’ı Ankara stüdyomuzdan konuk olarak da almıştım. TRT’nin kamunun tüm kesimlerini düşünerek yayın yapmak durumunda olduğunun bilincindeyim.”
Bu arada söz konusu yazıda Karaçam’ı “AK Parti Beşiktaş İlçe Teşkilatı üyesi” olarak tanıtmıştık; TRT’deki programına başlamadan önce hem parti yönetimdeki görevinden hem AKP üyeliğinden istifa etmiş.
++++++
GÜNÜN SORUSU
Saatlerde yanılarak komplo teorileri yazan Taraf gazetesi acaba binasındaki saatleri de geri almayı hatırladı mı? Eğer saatleri ayarladılarsa bunun ileride bazı sansayonel haberlere yol açmasını beklemeli miyiz?
* Serdar Turgut / Akşam
++++++
MİNİ YORUM
Etme bulma dünyası
Dursun Çiçek’in yazdığı iddia edilen ’Darbe Planı’nın gerçek olduğuna dair haberleri kamuoyunun büyük bir bölümü “gündem değiştirme tezgahı” olarak görüyor. Belgenin belgeliği belgelense bile toplumu buna inandırmak pek kolay olmayacak gibi gözüküyor. Neden oldukları güven bunalımı dolayısıyla yandaş medyaya şimdiden bir şarkı armağan ediyorum: Kendim ettim kendim buldum...