Konu "Enver Paşa" değildi!
Bu köşede bir süre önce “Üç beş vilayet verme geleneği ve yeni anayasa” başlıklı bir yazı yazmıştık. O yazıda “Osmanlı döneminde imparatorluğun kaderini elinde bulunduranlar, düvel-i muazzama dedikleri büyük devletlerin desteğini sağlayabilmek için bu ülkelerin isteklerine, özellikle de Türkiye’deki siyasi rejimin niteliğine ilişkin taleplerine hep duyarlılık göstermişlerdir. Batılı gibi olarak Batı’nın şerrinden kurtulmak gibi bir yol tutmuşlardı” diye yazmıştık
Dönemin Osmanlı Devlet adamlarının Batı ile kurdukları ilişkileri kendi sıfatlarını belirleyen bir kavrama dönüştüğüne vurgu yapmak için de şu örnekleri vermiştik: “Fransızcı Mithat ve Ali, -halkın kendilerine uygun gördüğü söylemlerle- Almancı Enverland, Ruscu Nedimof Osmanlı’nın son dönemindeki etkin devlet yöneticilerinden bazılarıdır”.
Bu yazı sonrası kimisi “Mithat Paşa Fransızcı değildir”, Fuat Paşa içinde bulunulan şartların gereği olarak siyaseten böyle bir söz söylemiştir, türünden eleştiriler aldık. Eleştirilerin en fazlasını ve sertini de Enver Paşa için “Almancı Enverland” ifadesi kullanıldığı için aldık. Bu konuda yazan hemen herkesin kendi baktığı yerden, ifade ettikleri konusunda haklı yanlar vardır. Ancak konumuz o değildir.
Biz o yazıda hangi tarihi kimliğin hangi sıfatla ifade edilişiyle değil, daha çok siyasetlerinin yönleriyle ilgili olarak değerlendirme yaptık.
Dönemin şartları Enver Paşa’yı Alman subaylarıyla birlikte savaşmaya, Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine izin vermeye, Almanya ile ittifak yapmaya zorlamıştır. “Almancı” söylemiyle ifade edilen budur.
Yoksa başını Turan davasına adamış bir idealist olan Enver Paşa’ya herhangi bir yaftalamada bulunmak, benim gibi babasının adı Enver, amcasının adı da Niyazi olan birisinin yapacağı bir iş değildir.
Sözü edilen yazının Enver Paşayla ilgisi bu kelimenin dışında yoktur. Dönemin genel manzarasını ifade etmek için kullanılmıştır.
Üzerinde düşünülmesi gerekenler o yazıda şöyle ifade edilmişti: Var olmayı, “kalkınmayı” ve “medeni olmayı” yüzlerce yıldır kendi öznesinin dışında arayanların içinde bulundukları durum bir ölçüde budur. Hiç kuşku yok ki kurtuluşunu başkalarından bekleyen; referanslarını, ölçütlerini yabandan alanlar, sonuçta yabancı çıkarların aracı olmaktan kendini kurtaramazlar.
“Siz yapmazsanız başkaları gelir yapar!” söyleminin zihnî arka planında bu vardır.
“Yeni Anayasa” düşüncesinin gerisinde de böyle bir tarihi gelenek vardır. Anayasayı millilikten, bir millete ait olmaktan ve bağımsızlık belgesi olmaktan çıkarmak söylemlerinin arka planında da küresel odaklara yönelik mesajlar vardır. Yazının vermek istediği ana fikir budur.
O dönemler Osmanlı Türkleri, devletin varlığını koruyabilmek amacıyla, XIX. yüzyılın başlarında ontolojik zaruretler sonucu Batılılaşma siyaseti izlemişlerdir. Batı’yla çatışarak ayakta kalmayı esas alan geleneksel siyasetin aksine Batı’yla işbirliği yaparak var olmak imkânlarını araştırmışlardır.
Türkiye’de aydın, üç yüz yıldır karşılıksız bir aşka müptela olmuş hasta gibidir. Bu aşk -ki dün adı Avrupa idi bugün ABD’dir- onun uykularına da sirayet etmiştir. Bu yönü itibarıyla Türkiye’de aydın, Batı’nın ruhuyla uykuya yatan insana benziyor.
Türkiye’nin siyaseti ve aydını, bugün de yaklaşık üç yüz yılı aşmış olan Batılılaşma idealinin zihinlerde oluşturduğu düşünsel parametrelerle dünyaya bakıyor. Bu ülkenin insanları, yalnız mal ve hizmet üretirken taklidi değil; aynı zamanda siyaset ve düşünce üretiminde de ikame fikirleri taklit etmek suretiyle yönünü tayin etmeye çalışıyor. Bu durum Batı’yı bir değerler sistemi olarak değil; bir iman (dogma), bir taklit ve bir kıble sorunu olarak ele almanın sonucudur. Bizim işimiz kişilerle değil fikirlerledir.