Kod adı: Kripto Taha!
Yetiştirdiği “Türk Milliyetçisi” gençler darağaçlarında can verdi, işkencehanelerde ömür tüketti.
Şimdi kalkmış MHP’ye ve Türkiye Cumhuriyeti’ne “milliyetçiliğinizi dönüştürün” çağrısı yapıyor
Gazetenin anons için tercih ettiği ifadeyle yazıyorum:
“Eski MHP’li gazeteci Taha Akyol bugünkü MHP’yi değerlendirmiş!”
Okurken hissettiğimi hiç abartmıyorum:
Dehşet!
Stephen King romanı okurken dahi olmadığı kadar “dehşet”e kapıldım. Nankör gelmeyeyim faydası da oldu. Hem de sadece “adrenalin” takviyesi anlamında değil; “Nasıl olur!” ünlemlerimi azaltmamda da etkili oldu Taha Bey.
Uzun bir “Hıııı şimdi oldu” efekti seslendirdikten sonra “nasıl olduğunu” anladım.
Ne kadar yandaş gazete varsa, televizyon varsa, hepsinin kendileri için özel olarak hazırladığı sahneye çıkıp “Ben 1970’lerde Ülkü Ocakları’nda şöyle mücadele verdim, 1980’de böyle yargılandım...” repliğini tekrarlayanların nasıl “Evet” dediğini... Onlar da Taha Bey’in yetiştirmesi değil miydi sonuçta! “Kırılma”ları normal; şimdi anlaşılıyor ki “bağlar”ı sağlam tutturulmamış temsilcisi olduklarını iddia ettikleri ideolojiyle. Ne ideolojiyle, ne de -ki hepsinden vahimi bu- Cumhuriyet Türkiyesiyle!
Ülkücülük engelmiş...
Doğrudan “MHP’nin inandırıcılığını yitirmesine sebep olan ”milliyetçilik faktörünü“ kullanmaması gerektiğini” savunuyor Taha Akyol... MHP derken kast ettiği Müzikli Hippi Partisi filan değil, bildiğimiz Milliyetçi Hareket Partisi...
MHP’ye ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yol gösteriyor: “Tarihi referans gerektiğinde, başvuracağımız yer Osmanlı’dır!”
“1930’lar türü, Yusuf Akçura türü” milliyetçilik anlayışının terk edilmesi gerektiğini salık veriyor... 1930’lar, malum “Karanlığın ardından güneş gibi doğduğumuz” yıllar!
“MHP Osmanlı’ya referans yapan yeni bir tür milliyetçilik geliştirmeli. Çünkü orada Rum da vardır Ermeni, Yahudi, Kürt, Süryani de vardır” diyor.
“Ülkücülüğün” MHP’nin siyasal hedefleri önünde engel olduğunu ima ediyor.
“Türk milleti, Türklük kavramıyla hareket edince o kadar soyut kalıyor ki hiç hitap etmemiş gibi oluyor topluma...” diye “kimliksizleştirmeyi” teklif ediyor.
Yandaş medyanın sokmaya çalıştığı fitneye arka çıkarak, “MHP’nin üç hilale referansının artması lazım” buyuruyor. Tabii bu durumda “Bozkurt”a da kala kala “iddia olunan Ergenekon Terör Örgütü”nün logosu olmak kalıyor!
Ve bütün bu eşine benzerine zor rastlanır “tespit, teşhis ve tedavi reçeteleri”ni yapan kişi şöyle tarif ediliyor röportajın henüz başında: “1980 öncesinde MHP Genel İdare Kurulu üyeliği yapan, partinin yayın organı Hergün’de yazan, o günden beri de mesleğini akademik bilgiyi dikkate olarak sürdüren usta gazeteci Taha Akyol...”
Pehhhh! “Milliyetçilik” fikrini benimsersiniz benimsemezsiniz bu başka bir şey... Ama nasıl bir “akademik bilgiyi dikkate almaktır” ki; herşeyden önce adı “Milliyetçi Hareket” olan bir siyasi partiyi “imparatorluk” mantığıyla harekete çağırıyor...
Yeni Osmanlı siyaseti
Lafı olmadık yerinden anlayanlar için belirteyim; Türk Tarihi’nin 700 yıllık bir döneminin üzerine çizik atın tavsiyesi değil yaptığımız.
Ama... 2010 yılında eğer MHP “Osmanlı’ya atıfla” siyaset yaparsa nasıl bir politika izlemesi gerekir kestirebilen var mı aranızda?
BDP’liler “Demokratik Özerklik” deyince, “ala” tezahüratıyla “Ee Apo beyler de eyalet valisi olsun bari” demeli mesela!
Cumhurbaşkanı “ademi merkeziyet” dediği vakit almalı siyaset makasını, “varız hadi bölüp parçalayalım” demeli!
Ya Türkiye Cumhuriyeti, Taha Akyol gibilerin aklıyla; “Osmanlı’ya atıfla” yönetilirse;
12 Eylül’de kısmen değişmesine “Evet” denilen, pek yakında tastamam “halledilecek” olan Anayasa’nın da “Islahat Fermanı”na atıfla hazırlanacağını tahmin etmek için dahi olmaya gerek var mı? AB’yle “üyelik anlaşması”nın Sevr’e atıf olacağını!.. IMF’nin “kapitülasyonlar”a atıf yapacağını. Kimbilir, Barto’nun -mazallah- kin büyüttükleri kapının olduğu yerde idam edilen Gregorius’a atıfta bulunabileceğini... “Kutsal” bir ittifak uğruna, Süleymaniye’de askerimizin başına çuval geçiren generalin Liman Von Sanders’e atıfla Genelkurmay Başkanlığımıza getirileceğini...
Hayali İlimler Estitüsü
Dünü inkar yahut ret değil bu... Ama bir kolunun altında hilafeti diğerinin altında saltanatı taşıyan bir imparatorluğun yönetim şekliyle cumhuriyetin yönetim şeklinin “ak” ile “kara” kadar zıt, farklı, başka olduğunu bile bile böyle bir “ilham” öneren birinin “ilmi” birikimi ciddiye alınabilir mi Allah aşkına?
Bu nasıl bir sosyolojik bakıştır ki, ümmet ile milleti dahi ayırmaktan yoksun olsun!
Kanımca, bir gün eğer üniversiteler “Hayali Bilimler Enstitü”leri açacak olursa, o da belki, ancak orada kabul görür Taha Akyol’un tezi!
Bütün bu dehşetengiz tarih ve toplum yorumu bir yana; Akyol’un altını çizdiği bir nokta var ki son beyanlarında... MHP’de “görev yaparken” diğerlerinden farklı olduğunu söylüyor ısrarla...
Sormadan edemiyor insan: Sizinki nasıl bir misyondu ki benimsemediğiniz, parçası olmadığınız bir kurumda, bir düşünce sisteminde “idamla yargılanmak” pahasına görev yapmanızı sağladı yıllarca?
Yoksa şimdi MHP’ye tavsiye ettiğiniz “milliyetçiliği dönüştürmek” miydi o yıllardaki misyonunuz da?
Yoksa siz; kripto ülkücüsü müydünüz MHP’nin Taha Bey?
Nereye dönsek rüzgar “itiraf”tan esiyorken, anlatın da bilelim artık...
++++++
Filmin finalinde trajedi var
Bayramlarda yapılan o “büyüklerinizi ziyaret edin” uyarıları, o “unutulmuş yaşlılar” konseptli duygu sömürüsüne tavan yaptırılan şekerleme reklamları boşuna değilmiş.. “Medya’nın huzurevi” sayılabilecek, ıssız, tenha köşelerde kendilerini “hatırlamamızı” bekleyenler varmış meğer... Geçtiğimiz hafta, işte öyle kuş uçmaz, kervan geçmez bir diyardan gazetemize sıçratmaya çalıştığı çamuru temizlerken “fırça”yı şöyle hafiften Arda Uskan’a değdirdik ya... Dokunmak neticesi en garanti şefkat gösterisi diye “fırçanın kıllarını” sürttük ya üzerine... Bir sevinmiş... Bir mutlu olmuş... Mal bulmuş mağribi gibi atlamış iki satırlık “kaale alınmanın” üzerine... Bu kadar mı muhtaçtın yahu! Bu kadar mı tak etmişti canına silinmek, silikleşmek! Nasıl teşekkür edeceğini bilememiş;- var olsun ki biz de şu fani dünyada gülebilelim arada sırada- yere göğe koyamamış dünkü yazısında: “Genç güzel ve faşist medya politik kızımız!”
Annemden bahsetmiş... “Tecavüz adası”nda çekmeyi planladığı filmin başrolünü teklif etmiş vs... Minnetini gösterirken bile, ee bulunduğu yeri inkar edecek değil ya; bir tek bilgi kırıntısının bile olmadığı, zekadan yoksun, ucuz, bayağı bir üslubu tercih etmiş; Beslendikleriyle ilgili olmalı! “Ihlamur’daki çayıra nazır çay bahçesi” diye vermiş çünkü adresini. Menüyü de yazsaydın keşke; pelinotu var mı pelin otu! Biraz kişniş... Tezgah altından “absent” servisi yapılıyor mu çayıra nazır masana! Adımı bir türlü tutturamayışın, “Medya Polemik”le başlayıp “Medya politik”le bitişi yazının; bas bas bağırıyor “dibine kadar bohem”cilik oynayan birinin kaleminin ürünüyüm diye... Yegane sırları gördükleri halüsiyonları yazıp-çizmek, zihinlerindeki bulanıklığı yansıtmak olan ve bu “yaratıcılıkları!” kutsanan 19. yüzyıl sanatçılarının eserlerindeki o “doping” var satırlarında; buram buram “absent” kokusu... Uyarayım; tamam sosyal yalnızlığı ranta çevirmenin bir numaralı ilacı ama beyin hücrelerini öldürüyor! Takvim’de yazdığın yazıya karşı kullandığımız “cevap hakkı”nı dahi, hala Nokta Dergisi Yayın Yönetmeni sıfatıyla “sindirememezlik” ediyorsun ya bilgin olsun; bu illetin bir marifeti de kendi gerçeğinden bihaberleştirmesi insanı! Bu arada “fotoromanları annene sor” demişsin, sordum. “Dedene sor” dedi... Anlatırdı rahmetli; zor zanaatmiş sinema zamanınızda! Hangi baldırın hangi ışıkta daha çok ağız suyu akıtacağını hesaplamak için harcanan emek küçümsenecek türden değilmiş; neredeyse altın oran hesaplamak gibi bir “ilim!” gerektirirmiş! Son kertede “Yazından dersimi aldım Medya Politik’cik” demişsin ama sen beni hiç anlamamışsın be “Arda Amca”! “Minnet et” diye bağışlamadık ki biz sana lafımızı. Yediğin nanenin faturasını kestik, hesabı kapattık o kadar. Şimdi yine yarana tuz basmak gibi olacak ama; NOKTA! İstersen bir de sembolle göstereyim:. Sen kendi finalini yazmış, kendi sonunu oynarken biz gençlere söz düşmez elbette... Baksana absent mucizesi bile, bir Oscar Wilde, bir Zola, bir Van Gogh, Manet yaratmış ama su koyvermiş sana gelince; bırak ilham perisini cacık bile olamamış üslubuna...
++++++
‘Batı demokrasisi’ saç baş yoldurur
Tamam, Batı dünyası, ne olursa olsun, ’demokrasi’ açısından, halen, ciddiye alınması gereken bir standart oluşturuyor. Ama, Batı dünyası, yine halen, kendi dünyası dışında kalanlara, o veya bu ölçüde tepeden bakmaya devam ediyor. ’Oryantalizm’ diye özetleyebileceğimiz bu bakış, farklı biçim ve tonlarda yaşamaya devam ediyor.
Tabii, işin bir de siyasi gerekçeleri var, yani, Batı ülkelerinin dünya çapındaki çıkarları söz konusu. Bu çerçevede, laik çevrelere kötü bir haberim var. Batı dünyası, bir süredir, bizim gibi ülkelerde, demokrasiyi kendisi için tanımladığı standartlarda tanımlamaktan vazgeçti. Klasik oryantalist bakışı yansıtan, “Bon pour l’Orient” tabiri, yani, bizim için değil ama “Doğu için iyi” anlayışı, demokrasi konusunda bizden beklediklerini tanımlamaya başladı.
Geçtiğimiz yıl, bu yeni demokrasi paradigmasını irdeleyen bir çalışma yapıp uzunca bir makale yazdım. Konuyu, bu köşede kısaca, bu şekilde özetleyebiliyorum, bu konuda yazılıp çizileni okusanız saçınızı başınızı yolarsınız. Bu yeni paradigma çerçevesinde, en temel özgürlüklerin kısıtlanması bile, ’kültürel tercih’ olarak temize çıkabiliyor. Ben buna, politik doğruculukla takdis edilmiş oryantalizm diyorum.
Uzun lafın kısası, yüksek standartlı bir demokrasi istiyorsak, Batı dünyasına meram anlatmaya girişmek yerine, bunun koşullarını oluşturmak için çaba sarf etmek en doğrusu. Başörtülü üniversiteye girme özgürlüğünü bile hâlâ içine sindiremeyen bir çevrenin, bu koşulları oluşturma şansı yok.
Muhafazakâr kesimin, “Batı bizi destekliyor, demek ki bizden demokratı yok” diye bu standarda sarılması da, hiç hayra alamet değil. Demokrasi, özetle, mümkün mertebe çok özgürlük ve buna karşın az didişme ortamının sağlanması demektir. Bu ortam sağlanmadığı sürece, kim ne derse desin, kim ne kadar beğenirse beğensin, bu ülkede kimse rahat etmeyecek.
* Nuray Mert / Hürriyet
++++++
Akşam yazarları ‘Medya Jöle Denetleme Kurulu’nu tiye aldı
RTÜK’ün nasıl işlediğini, yayın kuruluşları üzerinde baskı kurmak için nasıl cezalar verdiğini, üyelerinin nasıl seçildiğini, özerk gibi görünüp bildiğiniz bir siyasi kuruluş olarak çalıştığını üç aşağı beş yukarı hepiniz biliyorsunuz. Düşünün ki yazılı basın üzerinde de böyle bir kurum olacak.
Beğenilmeyen yazılarla ilgili gazetelere cezalar verilecek, köşeler kapanacak, gazetelerin reklam alması engellenecek. Hatta belki o gün gazete yerine ’belgesel’ ilavesi verilecek.
Peki Yiğit Bulut bir gazeteci olarak nasıl isteyebiliyor böyle bir kurumu?
Bir gazeteci nasıl yeni bir sansür kuruluşu daha hayal edebilir?
(...) Başbakan ’Olmaz öyle şey’demiş Yiğit Bulut’un talebi için ama eğer olursa başına kesin kendisi geçsin. Kurumun ödenek ve harcamalar kısmında ise jöle kalemi kesin olsun. Bu arada... Şimdi ben bu yazıyı yazdım diye köpek oldum değil mi?
Oldum oldum...
* Nihat Sırdar / Akşam
Jölenin özelliği nedir bilir misiniz? Uzaktan bakınca ıslak durur...Oysa serttir... Yani görünümü bir yalana dayalıdır. Aldatıcıdır.
Bu aldatıcılığını vıcık vıcık kimyasına borçludur. Bu kimya, bir insan ruhunda nasıl tecelli edebilir?
Vallahi etti.
Bir kelimenin anlamının, sembolik kullanımla, bir insanın kariyerine bu kadar oturabileceğini tahmin dahi edemezdim.
Siz kimden bahsettiğimi anladınız.
(...) Daha önce bu çocuk başvekili konuk aldığında, ’Medya bu şahane icraatlarınızı neden görmüyor efem...’ tarzı güzel sorular sorup dikkatimizi çekmişti. Ama eline verilen mikrofon ’Gazete ve interneti sansürleyecek bir üst kurul neden oluşturmuyorsunuz?’ önerisini dillendirmek için kullanması hakikaten medya tarihimizdeki yerini aldı. Allah jölesini bol ve daim kılsın. Yakışır...
* Serdar Akinan / Akşam
++++++
Taraflaşma stratejisi
Taraflar belli olmuştur.
Benden yana olanlar ’bentaraf’. Benden yana olmayanlar ’bertaraf’. Bu terimler öyle söylenip geçiverilen sözler değildir.
Referandum sırasında söyleniveren bir öfke sözü de değildir.
Bu ’taraflaşma’ bir stratejidir. Artık bundan sonra ülkemizde yaşam böyle olacaktır. ’Bentaraf’ olmazsan, ’Bertaraf’ olursun.
* Erdal Atabek / Cumhuriyet
++++++
MİNİ YORUM
Korku değil direnç o
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan “Türkiye’de Türk sorunu var” tezini destekleyen röportajında “Batı kıyılarında kimlik kaybı korkusu var” diyor... Bir tek Batı kıyıları mı Türk yani bu ülkenin! Tekrar ve ısrarla, Başbakan’ın “sahiller” diye ötekileştirdiği coğrafyanın eğitimi, ekonomik gelir düzeyi, “bireysel iradeye sahip olma hali” gibi bir dolu nedenle “korkusunu” değil “direncini” ortaya koyduğuna inanıyorum... Korksaydı; sinerdi...