Klan tipi gazeteciliğin kaçınılmaz sonu
Aydıntaşbaş ile Karaalioğlu’nun, Bayramoğlu’ndan “demeç” kaçırma operasyonu...
Siyasilerle yapılan gezilere katılan gazetecilerin, üzerinde uzlaşılmış sorular sorması, uzlaşılmış başlığı öne çıkarması, uzlaşılmış kısımlara “ortak sansür” uygulaması “gazetecilik dışı” bir tavır olmasına karşın çoğu bunu benimsemiş, sindirmiş ve hatta “atlatılmak riski”ni ortadan kaldırdığı için tercih eder hale gelmiş durumda. Genel yayın yönetmeninden Ankara temsilcisine, köşe yazarından muhabirine “klan tipi çalışanlar”ın özgünlük gibi, fark yaratmak gibi, kendi objektifinden aktarmak, kaleminin karakterini ortaya koymak gibi bir derdi yok; olanları da barındırmıyorlar zaten aralarında..
İlla ki aynı başlık atılacak, aynı fotoğraf kullanılacak, aynı cümleler yazılacak. Kimin tarafından konulduğu meçhul bu “kurallara” uymazsan sürünün çirkin ördek yavrusu ilan ediliverirsin mazallah!
***
Dünkü yazısının girişindeki “sitemkar” ifadelerden anladığım kadarıyla Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun da bir manşet ebadında gol yemesine yol açmış gazetecilik adı altında yürütülenbu basın sözcülüğü metodu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Paris’e giden gazeteciler önce uçaktaki sohbetin Büşra Ersanlı’yla ilgili kısmını “yazmamak” konusunda hem Bakan ile hem kendi aralarında mutabakata varmışlar. Sonradan kimin kime nazı geçtiyse artık “kayıt dışı” yapılan sohbet Ali Bayramoğlu’nun sitemindeki ifade şekliyle “kayda alınmış”. Velakin “son uzlaşma”dan haberdar edilmeyince, Aslı Aydıntaşbaş ile Mustafa Karaalioğlu’nun gazetelerine manşetten giren konu Ali Bayramoğlu’nun gazetesinde tek satır yer alamamış!
Ne yalan söyleyeyim pek sevindim!
Umarım böyle böyle bu olmayan ama varsayılan uyduruk/ucube mukavele yırtılıp atılır bir kenara!
Sonuçta bir haberi, kabiliyetin, kapasiten, becerin elvermediği için atlamış olmak, “dost kazığı” sonucu “mahrum kalmak” tan daha az yıkıcıdır mutlaka!
Kardeş
kavgası
Nazlı Ilıcak’ın Cumartesi günü köşesinden “Aziz Yıldırım’a bir çift söz” etmesi, kendisine Ömer Çavuşoğlu’ndan “bir düzine ağır söz” olarak geri döndü. Çavuşoğlu’nun kardeşi nihayetinde... Kim Nazlı Hanım’ı ondan iyi tanıyabilir ki. Kendisine bırakalım teşhisi:
“Ben buna akıl tutulması diyorum!”
Halk düşmanlığı
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Bakırköy ziyaretinde CHP’li belediyeleri hedef alan operasyonlar yeniden gündeme gelince, MHP cephesindeki durumu merak eden Rıza Zelyut partinin Mahalli İdarelerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz’ı aramış.
Durmaz’ın Isparta’dan Kemer’e, Konya Ereğli’den Adana’ya MHP’li belediyelere dönük operasyonlarla ilgili anlattıkları “Silivri kafası”nın mobil sisteme geçtiği hissi uyandırıyor. (Özellikle de insanların haysiyetlerini, aileleri ve toplum içindeki konumlarını yok sayan, temelsiz iddialarla peşin peşin suçlu ilan eden bu yargı metodunu onuruna yediremeyen bir belediye memurun intihar ettiğini düşününce...)
Tıpkı gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, askerler, polisler, politikacılar gibi “seçilmiş” belediye başkanları ve kadroları da nedenini bilmeden tutuklanıyor, tutukluluk adı altında aylarca ceza çekiyor ve yine nedenini bilmedikleri biçimde serbest bırakılıyor! Kimi görevine dönüyor, kimi de Aytaç Durak örneğindeki gibi bir türlü başlattırılmıyor!
Özellikle belediyenin rutin hizmetlerini yürütecek personele dahi sahip olmayan küçük belediyelerde sırf kara çalmak değil “işgücünün boşaltılması” da demek olan bu operasyonlarla cezalandırılan gerçekten de muhalefet partileri mi, yoksa hizmet alımı engellenen halk mı?
İktidar siyasi rakiplerinden mi intikam alıyor yoksa kendisine oy vermeyenlerin burunlarının sürtülmesine(!) mi çalışıyor?
Daha vakit var, eni konu düşünün:
Nedir ki “halk düşmanlığı”!
Önümüzdeki mahalli idareler seçiminde vereceğiniz cevaba göre, “Katilinize aşık mısınız, değil misiniz” nihai kararımı açıklayacağım ben de!
+++
Hâlâ anlaşılmadı mı!
Temel hedef, engizisyon ve emperyalizmin bir numaralı düşmanı olan Kur’an dinini, emperyalizm yamağı bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman kitleleri gardiyansız hapishaneler haline getirilen camilerde uyuşturup etkisizleştirmek.
Batı’nın en büyük tarih felsefecisi olarak kabul edilen İngiliz düşünürü Arnold Toynbee (ölm.1975), 1940’lı yıllarda dünyaya şunu söylüyordu:
Yakında insanlık, mutlu bir geleceği dinlerin mirası içinden çıkarma gayreti içine girecektir. İdeolojiler devri bitmiştir...
Toynbee’nin kırklı yıllarda gördüğünü, aydınlarımız, Berlin Duvarı yıkıldığında yani elli yıl kadar sonra görebildi. Ve doğal olarak, Batı’yı ve çağı yanlış okumamız, sırtımıza elli yıllık bir gecikmenin ağır faturasını yükleyiverdi.
Toynbee’nin bu öngörüsünün takipçisi idik. Böyle olduğumuz içindir ki Berlin Duvarı yıkıldığı günden beri bağıra bağıra şunu söyledik:
İdeolojiler sahneyi boşalttı. Dinler yeniden başköşeye oturdu. Şimdi iki temel soru var:
1. İnsanlık, engizisyon deneyimlerinden ders almış olarak dinin, Allah ile aldatanlar tarafından sömürü aracı yapılmasına giden yolları tıkama ve dinden bir barış ve mutluluk reçetesi çıkarma başarısını gösterebilecek mi? Yoksa kitleler; açık veya maskeli engizisyonların yeniden sahneyi doldurması üzerine, eskisinden güçlü bir dinsizlik ideolojisine davetiye mi çıkaracaklar?
2. İslam, eski engizisyonun torunları tarafından, insanlıkla kucaklaşsın diye rahat bırakılacak mıdır, yoksa yirmi birinci yüzyılı peşine takmasını önlemek üzere birtakım siyasal oyunlarla sahneden uzaklaştırılması mı denenecektir?
Zaman, ne yazık ki, bu soruların ikisine de mutsuzluk ve umutsuzluk sergileyen cevaplar vermektedir. Başta ABD olmak üzere, çağın egemen kuvvetleri, sahne antiemperyalist İslam’a kalmasın diye büyük bir seferberlik içine girmiş bulunuyor. Temel hedef, engizisyon ve emperyalizmin bir numaralı düşmanı olan Kur’an dinini, emperyalizm yamağı bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman kitleleri gardiyansız hapishaneler haline getirilen camilerde uyuşturup etkisizleştirmek.
Ana hedef
Cumhuriyet Türkiyesi
Sağa sola hiç çekmeden ve büyük bir üzüntü duyarak söyleyelim ki, Müslüman dünya, kendisine kurulan emperyalist tuzağa düşmüştür. Cumhuriyet sayesinde bir istisna gibi duran Türkiye de ayaklarını ve kanatlarını tuzağa kaptırmak üzeredir.
1950’lerden sonra oynanan, Yeşil Kuşak İslamı, Afganistan’daki Taliban oyunu, şimdilerde yine bizim üzerimizden oynanan Ilımlı İslam oyunu büyük haçlı senaryonun muhtelif perdeleridir.
İslam bir ‘ilkellik ve dehşet sistemi’olarak lanse edilebilmiştir. Kinini din, kan dökmeyi ibadet, oyuna gelmeyi zafer sanan akıl ve aydınlık düşmanı birtakım dinci çeteler aracılığı ile...
Son ve kesin zafer, Türkiye’nin düşürülmesiyle elde edilecektir. Ana hedeflerden birincisi Türkiye’dir. Ön hazırlıklar, Cumhuriyet düşmanı hurafe ve sömürü dinciliğine zaten yaptırılmış bulunuyor.
Yaşadığımız günler, hazırlık döneminde ekilen fidanların meyvelerinin devşirilmekte olduğu günlerdir. Ancak karanlığın kesin zafer göstergesi, Anıtkabir’in dümdüz edilmesidir. Emperyalizm ve yamakları, olanca gayretleriyle bunu sağlamanın peşindeler. Televizyon ekranlarını taradıkça içimden hep şu ses yükseliyor:
“Acaba Türk televizyonları, özel olarak Atatürk’e ve Millî Mücadele’ye sövmek için mi kuruldu?! Ve, Halâskâr Gazi’nin milleti bu kadar nasıl düşebildi?!”
İmdi, şu anda bu topraklarda ‘olmak ya da olmamak’kaygısıyla ilgili soru şudur: Tarihin diyalektiği, emperyalizm ve işbirlikçilerine Anıtkabir’i dümdüz etme şansını verecek mi?
Yaşar Nuri Öztürk Yurt
+++
Firavunun izinde
Dünün mücahidi, bugünün abdestli kapitalisti bir belediye başkanının, taşeron işçisine “bana itaat etmeyeni işten çıkarırım” diyebilmesi, firavunların hak anlayışlarından biri olan “güç, kuvvet” ve “çoğunluk” olma ilkesine ne kadar da uyuyor. Peygamberlerin hak anlayışı olan dört ilkeyi terk ederek, kapitalizm ve emperyalizmin dört ilkelerine (1- Güç, kuvvet. 2- Menfaat. 3- Çoğunluk olmak. 4- İmtiyaz sahibi olmak) hizmet etmeye başladılar.
İshak Beyazay Milli Gazete
+++
Hayali ve ilahi bir hediye tartışması...
Ürkütme vre diyalogçuları
FENER Patrikhanesi’nde patrik hazretlerinin taht salonunda hummalı bir tartışma vardır.... Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Başkanı ertesi gün patrik efendiyi ziyarete gelecektir ama hediye konusunda bir türlü karara varamamışlardır...
Şimdi taht salonundaki o sahneyi hayal edelim:
PATRİK: Vre, üç saattir konuşuyoruz hâlâ birşey bulamadık. Adam yarın geliyor, ne verezeğiz?
ASIRLIK BİR METROPOLİT: Patriki mu, hediye niyetine hoca efendiyi senin yeni yaptırdığın gömme banyonda vaftiz etsen? Ahırete imansız gitmekten kurtulur! Göklerden inmiş bir hediye!
BİR BAŞKA METROPOLİT: Kuyumcu Sarafim’e yaptırdığımız o kırpık elmaslı hediyelik haçlardan verelim... Hani iyi bağış yapan paralı ecnebi müminlerle Amerikan Başkanı’na falan verdiklerimizden.
BİR DİĞER METROPOLİT: Mükemmel! Müslümanlar şimdi diyalog, miyalog diyorlar; yarın gelecek olan misafir de diyalog aşkına başucuna asar, her fotoğraf çektirişinde hem haç görünür, hem de sevabı bize gelir!
PATRİK: Vre adamlar diyalog diyorlar ama şimdiden o kadar ile gidip ürkütme!
BİR BAŞKA METROPOLİT: Çektiğin o kendi tesbihini versen... İyi bir jest olur!
PATRİK: Çusss vre! Hem 950 ayar gümüş, hem de tepesinde üç karat koskoca zümrütü var... Clinton da pek fena bakmıştı ama ona bile kıyamamıştım...
METROPOLİTLER HEP BİR AĞIZDAN: Ey Aziz Hristostomos, ey Yorgos! Bizlere ilham ver!
PATRİK: Dur duuuur! Hani geçenlerde Müslüman bir genç gelip ‘hat’dedikleri Arapça yazılı bir çerçeve getirmişti... Onu nereye koydunuz?
PATRİĞİN SEKRETERİ: Ortalıkta gözükmesin, günaha gireriz buyurmuştunuz, garaja kaldırmıştık...
PATRİK: Arapça yazıda ne dendiğini öğrendiniz mi?
PATRİĞİN SEKRETERİ: Şoför Hristo ilerideki mescidin imamı Hüseyin Efendi’ye sormuş, ‘Allah’ yazıyor demiş...
PATRİK: İsa’ya şükür, bulduk! Vre ben Müslüman’ın getirdiği Arapça hattı ne yapayım?
GENÇ BİR METROPOLİT: Efendimiz, hediye gelen birşeyi başkasına hediye etmek ayıp olmaz mı?
PATRİK: Ne ayıbı? Zaten bana böyle şey hediye edilir mi? Atsam atamam, satsam satamam... O Müslüman çocuk getirdi verdi, nezaketimden birşey diyemedim ama İsa sizi inandırsın, tam yedi defa tevbe duası okudum...
METROPOLİTLER HEP BİR AĞIZDAN: Göklerin efendisi hepimizi affetsin!
PATRİK (Patrik Vekili Metropolit Stefanos’a dönerek): Müslümanlar’ın reisini benim kapıda karşılamam mümkün değil, cehennemde yanarım... Karşılama işini Stefan yapazak, misafiri alıp yukarıya çıkartazak... Merdivenin başında durmam kâfidir... ‘Allah’yazısını da iyi bir hediye paketi yaptırıp misafir odasına koyarsınız, ziyaret bitince gazetecilerin önünde veririz. İşte, mükemmel bir diyalog hediyesi!
METROPOLİTLER: Ne zekâ, ne feraset.
PATRİK: Tamamdır, karar verilmistir, onlardan gelen hediye gene onlara gidezektir! Haydi, bakalım bize bu ilhamı gönderen azizler için şükür duasına!
Murat Bardakçı HaberTürk
+++
Bahçıvansın biberin yok;
iktidarsın uçağının ne ile
vurulduğundan haberin yok
Türkiye her anlamda eli güçlüyken ‘Uçağımız illa da uluslararası sularda vuruldu’ tezine neden sarıldı?
Dahası, buna neden ihtiyaç duydu?
(...)
Hakikaten anlamadığım için soruyorum... Amerika, İngiltere ve Rusya uydudan her şeyi izlerken... Genelkurmay ispat etmekte güçlük çekeceği bir iddiayı neden ortaya attı?
Hükümet Genelkurmay’ın bu iddiasını, hadi diyelim Rusya’ya güvenmiyoruz, İngiltere ve Amerika’dan çek etmeden neden sahiplendi?
Kim kimi yanılttı?
Eyüp Can Radikal
+++
Aman ne de düşünürmüş Tuncay Özkan’ı...
Siyasilerin gözdesi tutuklular salındığında diğerleri ’bizim suçumuz ne?’ demeyecek mi? Sanki fikir suçundan içerideymiş gibi ’korkmayın rövanşist olmayacağım’ beyanatları veren Mustafa Balbay çıktığında Veli Küçük ’ben de isterem’ türküsü söylemeyecek mi? Çetin Doğan seçilemedi ama o da adaydı, binlerce insanın oyunu aldı! Tuncay Özkan’ın suçu, vaktiyle CHP liderliğine oynaması mı? Parti yönetimi Balbay’ı ya da Haberal’ı değil onu seçseydi şimdi vekildi... Herkes kanun önünde eşit olduğuna göre mahkemeler adlî kontrol imtiyazını kime, neye göre kullandıracak? Bülent Korucu Zaman
+++
Garabet
Yasada çok açık bir hüküm bulunduğu halde hâkimler bu hükmü uygulamadıkları için açık hükmü daha da açık hale getirmek amacıyla parlamentodan yasa çıkarmak zorunda kalan bir ülkede yaşıyoruz!
Sedat Ergin Hürriyet