Kimler 'vatan haini' ilan edilmedi ki bu ülkede!
Mustafa Kemal örneğin!
İşgal ordularının İstanbul’u, İzmir’i ve Anadolu’yu parsellediği günlerde o, “çılgınca” sayılabilecek bir yüreklilikle “kurtuluş” macerasına girdi.
Ve vatanlarını, işgalci ordularının komutanlarına satan alçaklar anında hükmü verdi:
“Mustafa Kemal vatan hainidir...”
(...)
Bugün kimse kimseyi “vatan hainliğiyle” falan suçlamıyor artık...
Artık en büyük ayıp, “demokrat olmamak...”
Peki; demokrasiyi bu kadar yücelten bu arkadaşlar kimler?
Karılarını dövenler...
Çocuklarının edineceği mesleğe bile karışanlar...
Karşıt görüşe asla tahammülü olmayanlar...
Yasak üzerine yasak kararı alanlar...
Değiştirin Nâzım’ın şiirini:
“Evet, demokrat değilim, siz demokratsanız, siz özgürlükçüyseniz, ben demokrasi karşıtıyım, ben özgürlük karşıtıyım.”
***
Bugün ise İlker Başbuğ benzer bir halde...
Kim mi İlker Başbuğ?
Ne çabuk unuttunuz...
Orgeneral...
Ve Eski Genelkurmay Başkanı...
Diyor ki:
“Pek çoğumuz terörle mücadelede gösterdiğimiz başarılar nedeniyle, devlet tarafından ‘Türk Silahlı Kuvvetleri Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası’ile ödüllendirildik. Bugün ise, mahkemenin aldığı kararla, aynı dava kapsamında, dün mücadele ettiğimiz teröristler ile aynı yerde beraber bulunuyoruz. Burada çok vahim bir yanlış yok mu?”
Çevirin Nâzım’ın sözlerini:
“PKK terörist değilse, ben teröristim...”
***
Evet; bugün kimse kimseyi “vatan hainliğiyle” falan suçlamıyor artık...
Çünkü “vatan hainliği suçlaması” out...
Şimdi geçerli olan, “demokrat değilsin” suçlaması...
Geçmişte “vatan haini” ilan edilenlerin hepsinin kahraman oldukları ortaya çıktı.
Tamam; İlker Başbuğ ve diğer komutanlar kahraman falan olmasınlar ama...
En azından “terörist” demeyin; hayatını teröristlerle mücadeleye adayan bu adamlara...
Ayıptır, yazıktır, günahtır!
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
Irak işgalinin bilançosunu ve Türkiye’nin buna katkısını hatırlayın...
AKP ülke çıkarlarını ve bölge
istikrarını koruyabilecek kapasitede mi?
Irak’taki bilançoyu anımsayalım:
1.000.000 civarında Iraklı ölü:
Bunun 500.000 kadarı saptanmış...
Bazı iddialara göre ölü sayısı 2.000.000 dolayında.
Bir o kadar, belki daha da fazla göçmen.
ABD’nin rapor edilen asker kaybı 4.400.
ABD’nin işgal sırasında öldürdüklerinden daha fazlası, Hıristiyan bir ordu işgali altında, Müslümanların birbirini katletmesiyle, Şii ve Sünniler arasındaki çatışmalarda ortaya çıktı.
Bine yakın, mühendis, doktor, hukukçu, arkeolog akademisyen, kimileri evlerinde yataklarında katledildi, Irak’ın ulusal beyin birikimi yok edildi...
Ülkenin arkeolojik zenginlikleri yağmalandı.
Savaşın ABD’ye maliyeti bir trilyon dolara yaklaşıyor, belki de geçiyor:
Sonuç olarak Irak fiilen bölündü...
Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kuruldu.
Güya “özerk bölge” adı altında, Merkezi Irak Devleti ile hem siyasal hem de petrol konusunda ekonomik açıdan çatışma halinde.
Üstelik bu devletin Türkiye’deki Kürt nüfus üzerinde de etkisi var.
Daha da ötesi, ülkemizde neredeyse durma noktasına gelen etnik kökenli PKK terörü, ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında hem nitelik hem de nicelik olarak tırmandı...
Türkiye ile birlikte buna karşı savaştığını söyleyen ABD, Türkiye’nin, sınırlarının hemen ötesindeki terör yuvalarına müdahalesini önlüyor.
Irak’ta ise durum vahim, mezhep çatışması, merkezi hükümete de yansıdı:
Şii Başbakan Nuri el Maliki, Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi için tutuklama emri çıkardı.
Haşimi önce Kuzey Irak’a oradan Türkiye’ye sığındı, halen ülkemizde yaşıyor!
***
Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar geziyor...
Kulaklarımıza savaş tamtamları gelmeye başladı...
AKP iktidarı, kendisinin de yaratılmasında önemli bir rol oynadığı bu krizi, ülkemizin çıkarlarını ve bölge istikrarını koruyacak biçimde yönetebilecek kapasitede mi?
Emre Kongar / Cumhuriyet
+++
Davutoğlu kimin bakanı?
Kürdistancıların işine yarayacak
ne varsa onu söylüyor
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; Kürdistancıların işine yarayacak biçimde konuşmaya devam ediyor.
100 senedir Türkiye-Irak-Suriye-İran hattında Kürdistan isimli bir devlet kurmak sevdasındaki Kürtçüler; bugün Ortadoğu’da bulunan sınırları kabul etmezler. Bu sınırların Kürdistan’ı yok ettiğini öne sürerler ve karşı çıkarlar.
Bizim Dışişleri Bakanı da Ankara’da gazetecilere verdiği yemekte bugünkü sınırlarımızı sınırları yapay sınırlar ilan etti. Dediğine bakın: ‘Sınırları Propaganda filmine benzetiyorum. (Kemal Sunal ve Metin Akpınar’ı başrolleri paylaştığı film) Kamışlı ile Musul birbirinden ayrı düşer. Yanlış örülmüş duvarlar o sınırları belirlemiş. Saygı duyalım. Ama Avrupa’daki sınırlar gibi önemsiz kılalım. Ekonomik ve kültürel sınırlar doğallaşmalı.’
Devam ediyor sonra: ‘Ortadoğu’daki sınırlar yanlış örülmüş bir duvara benziyor. Bir taşı çekseniz tüm duvar çöküyor.’
Asıl can alıcı nokta şudur. Bay Davutoğlu; Kamışlı gibi Musul şehrini de Kürt şehri yapıyor.
Rıza Zelyut /Güneş
+++
Diyanet İşleri Başkanı Alevileri korumak
istiyorsa Başbakan’ın kapısında beklemeli
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, baskılardan üzüntü duyduğunu söylemiş, “Gerekirse gider, evlerin önünde beklerim” demiş.
Alkışlanacak bir çıkış.
Elbette bunu daha evvel söylemesini, hatta hakikaten gidip Malatya’daki evi ziyaret etmesini, Adıyaman’da, Aydın’da Alevi evlerini işaretleyen kırmızı çarpıları birer birer silmesini
isterdik.
İyi niyetli yöneticilerin kişisel jestleri elbette önemlidir, ama linç kültürünün çözümü sadece buna bırakılamaz.
Kalıcı çözüm, Diyanet İşleri Başkanı’nın Alevi kapılarını beklemesi değil, Diyanet kapısında Alevileri bekletmemesidir.
Alevilere Diyanet’te temsil imkânı sağlaması, Cemevi’nin ibadethane olup olmadığı kararını onlara bırakmasıdır.
Onlara “Burası benim de vatanım. Bu, benim de devletim” dedirtmenin yollarını bulmasıdır.
Bu da, saldırganları cezalandırmaktan, tehcir telkinlerine karşı onlara eşitlik hakkı ve hakkaniyet hissi vermekten geçer.
Bunun için de eşitlik fikrini içselleştirmiş bir idare gerekir.
“Kılıçdaroğlu biliyorsunuz Alevi” diye lafa giren, “Önemli olan boy değil, soy” diyen bir Başbakan’la bu mümkün
müdür?
Diyanet İşleri Başkanı o evleri korumak istiyorsa, asıl Başbakanlık kapısını beklemeli ve başta Erdoğan’ın mezhep ayrımcısı söyleminin üzerine çarpı çizmelidir. Biz, başak yerine mızrak tutan eli yücelttikçe, geleceğe de sadece, kendi yarattığı vahşete dehşetle bakakalmış kral heykelleri bırakabileceğiz korkarım.
Can Dündar / Milliyet
+++
Yasamanın da üstündeki
irade ne
istiyorsa o!..
“Davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış” derken atalarımız, neyin çözümünün nerede olduğunu bilmenin önemini vurgularlar.
Hoş, eğer yargının adilini sağlayacak koşullar yaratılmamışsa, derdini kime anlatırsan anlat derman bulamazsın ya! O da ayrı mesele. Ama sanırım, çözüme ulaşmanın gereklerinden biri, çözüm merciinin neresi olduğunu bilmek kadar sorunun nedenlerinin de bilinmesini gerektiriyor. (...)
Gazetelerimizden birinde, tümüyle yanlış yönlendirmenin en çarpıcı örneklerinden biri yer alıyordu:
Gazete, “Hâkimden Yasaya Veto” manşetiyle verdiği haberde 3. yargı paketiyle, getirilen düzenlemelere rağmen Balyoz ve Ergenekon davalarında yine beklenen tahliye kararlarının gelmemesinin Meclis’in tepkisine neden olduğunu belirtiyordu.
Meclis’te tepki göstererek kararları eleştirenler arasında AKP milletvekillerinin de bulunduğu görülüyor. Nitekim bunlardan biri şöyle diyor:
- Yasa gerekçelerini mahkeme herhalde iyi okumadı.
Yine iktidar partisine mensup olan bir başkası da benzer yorumda bulunuyor:
- Yasa hâkimlere “biraz daha dikkatli olun” demişti.
***
Doğrusunu isterseniz, iktidar partisinin tümü değilse bile, hiç değilse bu yorumlarda bulunanlar gibi, “Hâkimden Yasaya Veto” başlığını atan gazete de ne çözümün çaresini bulmuş, ne de sorunu iyi anlamış.
Sabah bunları okuduktan sonra, bilgisayarımı açtım ve iki dönem TBMM’de görev yapmış olan Onur Öymen’in iletisini gördüm.
Değerli diplomat, politikacı ve yazar dostum Onur Öymen en doğru teşhisi koymuş. Ona göre: “Bu durumun nedeni Meclis’ten çıkarılan yasaların mahkemelere geniş takdir hakkı tanımasıdır. Başbakan’ın görevlendirdiği istihbarat mensuplarının yargılanmasını izne bağlayan yasa değişikliğinde, yargıya takdir hakkı bırakılmış mıydı? Bu gibi durumlar eğer Meclis iradesi varsa çözülebilir...”
***
AKP’lilerin yaklaşımındaki tehlike, tahliye olsaydı bile değişmeyecekti.
Yani eğer mahkeme, “Meclis’in biraz daha dikkatli olun çağrısına uyup’tahliye kararı verseydi de sonuç arızalı olacaktı. Çünkü yasama yargıya ‘bu davada biraz daha dikkatli ol” diye talimat veremez.
Yok eğer verirse ve de mahkeme o talimatı dinleyerek tahliye ederse, o zamanda kamu vicdanı rencide olur, adil yargının yolu açılmaz. (...)
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için belirtelim ki sonuç, yasamanın da üstündeki iradenin istediği yönde olmuştur. Olayda bir yanlış yoktur. Sakın şimdi, “yasamanın da üstündeki iradeyle ne kastediyorsun” diye sormayın! Bu sorunun kendisi ayıptır, yanıtı ise daha da ayıptır.
Ali Sirmen / Cumhuriyet
+++
“Haydi Aslanım” elendi
LONDRA Olimpiyatları’nda Başbakanlıkta ve Spor Bakanlığında verilen, medya ile devam eden gaz henüz bir işe yaramış değil.
44 ülke olimpiyatlarda altın, gümüş ya da bronz, ne ise, madalya kazanmış durumda, biz sıfır çekmiş vaziyetteyiz, El-Hak henüz madalya ile tanışmış değiliz. Elin oğlu, ister Afrika’da, ister Çin-i Maçin’de sporcularını sekiz, on yaşından itibaren hazırlıyor, on beş, on altı yaşında da altın madalyalar yağmaya başlıyor. Teknik çalışma ve psikoloji işi.
Geçen akşam halter müsabakalarını izliyorum, bizim antrenör haltercimizin yanına geliyor, “haydi aslanım” diyerek, sırtını sıvazlıyor. Bizim psikoloji bu, “haydi aslanım”. Üzgünüm, “haydi aslanım” eleniyor. Böylelikle Naim Süleymanoğlu’ndan bu yana, yaklaşık yirmi beş yıl sonra halterde ilk kez nal topluyoruz. Sporcularımızı Londra’ya uğurlarken yer yerinden oynuyor. Şimdi kimsede çıt yok. “Filenin Sultanları” ve “Potanın Perileri” masalları devam ediyor.
Yalçın Doğan / Hürriyet