Kıbrıs'ta neler oluyor?
Kıbrıs'ta son müzakere süreci Mayıs 2015'te yeniden başladı. Ancak müzakerelerde hangi konuların, hangi bağlamda görüşüldüğü hâlâ çok açık değil. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve ekibi müzakereler üzerinde karartma uyguluyor. KKTC siyasi partileri, basını ve Kıbrıs Türk halkı neyin görüşüldüğünü bilmiyor.
Öte yandan Cumhurbaşkanı Akıncı'nın uluslararası müzakereler konusunda acemiliği, heyetinin "Kıbrıs sorununun tarihini bile bilmeyen gençlerden oluştuğu", heyette tek bir uluslararası hukukçunun dahi bulunmadığı hususları uluslararası camiada konuşuluyor. Bu zayıf heyetten ötürü sadece son iki ayda 50 yıldır korunan iki kesimlilik ilkesi berhava edilmiş; iki kurucu devletin eşit statüsü ilkesinde ciddi zafiyetler gösterilmiştir. Bu şartlar altında kalıcı, adil, sürdürülebilir, Kıbrıs Türkünün de çıkarlarını koruyan bir barış planının ortaya çıkmasının imkânı bulunmamaktadır. Ancak "Buradan nasılsa plan çıkmaz" deme lüksümüz de bulunmamaktadır. Zira Rum tarafı bir önceki plan görüşmelerinde lehte gördükleri hususları bir sonraki müzakerelerde dayatmakta, Türkleri geçen sefer kabul ettikleri için kelimenin tam anlamıyla cezalandırmaktadır.
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 23 Temmuz'da basın mensuplarına uzlaşıya vardıkları bazı hususları açıkladı. Anastasiadis hemen bunların Türk tezi olduğunu, uzlaşı olmadığını söyleyerek yalanlamaya gitti. Ancak 24 Temmuz'da Kilise'nin Sen Sinod Meclisi'ne yaptığı sunumda, Akıncı'nın açıklamasındaki "Kıbrıslı Rumlar ve Türkler diledikleri kurucu devlete yerleşebilecekler" maddesi yer alıyordu. (Rum kilisesi Başpapazı Hrisostomos "Anastasiadis'in anlattıklarıyla endişelerimiz gitti; verdiği cevaplarla Sen Sinod üyelerini coşturdu" diyerek Anastasiadis'i destekleyeceklerini söyledi.)
Kıbrıslı Türklerin eşit siyasi ortak kabul edilmesi anlamına gelen hususlarda Mustafa Akıncı ve ekibinin gevşek bir tutum sergilendiği anlaşılmaktadır. "Constituent states" şeklinde İngilizce metinde yer alan ifade, KKTC yetkilileri tarafından "Kurucu Devlet" olarak çevrildiği için Türk halkı buna inanmaktadır ancak Rum liderler bunu "Oluşturucu Eyalet" çevirisiyle kullanmaktadır. Birleşmeyi gerçekleştiren taraflardan biri olan KKTC'nin egemenlik sahibi; Kıbrıs Türkü'nün de "kendi kaderini tayin hakkına sahip" halk olduğunun vurgulanması; "Kurucu Devlet" anlamının ortaya konması ve birleşmenin iki devlet arasında gerçekleştiğinin metne kaydedilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde kendi kendini ve tüm Türkleri kandırma durumu, Annan Planı'ndan bu yana devam ediyor olacaktır. Üstelik o plan işlemeyecek, kısa sürede tarafları çatışmaya sürükleyecektir.
Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin diledikleri kurucu devlete yerleşmesi, Kıbrıs müzakerelerinde KKTC ve Türkiye'nin kırmızı çizgilerinden biri olan "İki Kesimlilik İlkesi"nin çiğnenmesi anlamına gelir. Bu ilke Rumların Güney'de, Türklerin ise Kuzey'de ikamet etmelerini kapsıyor. Türklerin 1963-1974 arası dönemde olduğu gibi küçük gettolara hapsedilip insanlık dışı ambargoya maruz bırakılmaması için getirilen iki kesimlilik ilkesi, en az Türkiye'nin garantörlüğü kadar önemli ve güven vericidir. Sınırsız geçiş hakkı, bölgede sayıca az olan Türkleri küçük bölgelere hapseder, Kuzey'de ise Rum sayısını artırır. Annan Planı'nda Rum göçmenlerin, Kuzey'deki Türk nüfusunun yüzde 18'ini geçmeyecek şekilde geçmesine izin verilmişti. Mustafa Akıncı'nın açıklaması gösteriyor ki KKTC müzakere heyeti, iki kesimlilik ilkesinden tamamen vazgeçmiştir. Mehmet Ali Talat döneminde sulandırılan ilkeden geri adım atıla atıla bugün tamamen yok sayılması noktasına gelinmiştir. Halbuki iki kesimlilik ilkesi BM hukukuna girmiş bir ilkedir.
Açıklamalardan, iki kesimlilik ilkesinin çiğnenmesiyle bağlantılı olarak yerel seçimlerde ve Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde, kişilerin bulundukları kurucu devlette oy kullanması hususunda uzlaşı sağlandığı görülmektedir. Yerleşime sınırlama getirilmediği takdirde Girne ve Magusa başta olmak üzere bugün Türklerin çoğunluk olduğu tüm bölgelere, hızlıca, Rumların yerleştirileceği açıktır. Kısa sürede azınlık haline gelen Türklerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kullandıkları oylar hızlıca eriyecek ve AP'de Türkleri de Rumlar temsil edecektir. Aynı şekilde kısa sürede Ada'daki tüm belediyelerde Rum kadrolar iş başına gelecek, Türkler, belediyelere işçi olarak dahi alınmayacaktır. Seçimlerle ilgili düzenlemeler Kıbrıslı Türklerin 1959-1960 Anlaşmalarından doğan tüm haklarını yok saymakta, çiğnemektedir. Dünyada tersine bir eylem söz konusuyken Mustafa Akıncı'nın temsil ettiği Türklerin kazanılmış haklarından vazgeçmesi, makul şekilde açıklanabilir bir olgu değildir.
Öte yandan Kıbrıs Rum Kilisesi Başpapazı Hrisostomos, "Türkiye'den gelen Türkler evlerine dönsünler, evli olanlar kalabilir ama geri kalanı gitsin, nüfusun sentezini bozuyorlar" dediğinde KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın cevap verme lüzumu duymamasının Kıbrıs Türklerinde tepkilere sebep olduğunu biliyoruz. Bugüne dek bu tür söylemlere tüm diğer Kıbrıslı Türk liderler "Onlar bizim vatandaşımız, böyle konuşamazsınız" diye itiraz ederken Akıncı'nın sessizliği manidar bulunmuştur.
Rum gazetelerine mülkiyet ile ilgili yansıyan bilgiler ise endişe vericidir. Sayın Mustafa Akıncı'dan hiçbir yalanlamanın gelmediği bilgilere göre mülkiyette 1974 öncesine dönülecektir. Rum Politis gazetesi, 2 Ağustos 2015 tarihli nüshasında, Rumlara verilecek köy isimlerini de yazdıktan sonra buralarda mal sahibi olan Kıbrıslı Rumların evlerinde birinin oturmaması durumunda buna hemen sahip olabileceklerini, eğer oturuluyorsa, kira isteme, satma veya kalanların taşınması için belli bir süre verme haklarına sahip olacağını ileri sürdü. Bu 1974 öncesi tapulara öncelik verildiği anlamına geliyor. KKTC'nin birçok yerindeki mülkler bugün ikinci, üçüncü, dördüncü sahiplerin elinde. Dolayısıyla mülkiyet konusunda 1974 öncesine dönmek hiçbir şekilde mümkün değil. (Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2009 yılında kararını açıkladığı Demopulos ve Türkiye Davası'nda, 35 yıldır KKTC toprakları içinde yer alan Rumlara ait mülkleri kullanan kişilerin, söz konusu süre içinde taşınmazlarla manevi bir bağ kurmaları nedeni ile mülk üzerinde eski mal sahibinden çok daha fazla bir hakka sahip olduklarını belirtmişti. Bu evrensel hukuka da uygun olarak mülkiyet konusunda nihai kararın söz konusu malın ilk sahibinde değil, son kullanıcısında olduğunu ortaya koymaktadır.) Sayın Akıncı dönemine dek Türk tezi GLOBAL TAKAS idi ve Türklerin güneyde bıraktığı mülkleri de hesaba katıyordu. Tüm ada çapındaki Türk Vakıf malları %33'tür. Rum tarafı, Türkleri yüzde 18lik toprak parçasına mahkûm etmeyi planlarken bunu ihmal ediyor anlaşılan. Ancak müzakere de zaten bunların hatırlatılması içindir. 1960 ortaklık anlaşması çerçevesinde de kamu-devlet malı olan dere, baraj ve göletlerde, Ada'nın tüm dağlarında, ormanlarında, sahillerinde, yollarında, santrallerinde, deniz ve hava limanlarında, yeraltı-yerüstü doğal kaynaklarında, denizlerinde ve deniz kaynaklarında da Türklerin yüzde 30 hakkı vardır. 1963'ten bu yana Türklerin payı Rumlarca gasp edilmiştir. İki kesimliliği sulandıran, KKTC'yi tamamen yok sayan, Kıbrıslı Türkleri yeniden evinden barkından eden plana da çözüm değil, çözülme deniyor.
BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide'nin, "Çözümü, AB prensiplerine ve müktesebatına nasıl tam uyumlu hale getireceğimizi saptamamıza yardımcı olacaklar" açıklaması son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Kıbrıslı Türklerin adadaki varlığını tehdit etmektedir. Zira çözümün "AB müktesebatı"na değil, "AB prensiplerine" uyumu söz konusu olmalıdır. Eide tarafından yapılan bu açıklama 11 Şubat 2014 ortak açıklamasının da açık ihlali anlamı taşımaktadır. Çünkü ortak açıklamada bir yandan "federasyonun iki-kesimli ve iki-toplumlu karakteri" diğer yandansa "AB'nin üzerine tesis edildiği prensipler"in korunacağı ve bunlara saygı gösterileceği yazmaktadır. Yani ortak açıklama "AB müktesebatı"na tam uyum zorunluluğu getirmemektedir. Aksine federasyonun iki kesimli ve iki toplumlu karakterine saygı gösterilmesi zorunluluğundan bahsetmektedir. Bu zorunluluk da kendiliğinden AB müktesebatından bazı sapmaları, derogasyonları beraberinde getirecektir. (AB kurucu antlaşmalarının 6. Maddesinde dile getirilen prensiplerden bazıları: Demokrasi; insan haklarına saygı; hukukun üstünlüğü ve benzeri prensiplerdir.) Aynı zamanda AB Komisyon Başkanı'nın temsilcisinin müzakere masasına oturacağı haberleri de bununla ilgilidir. Bundan önce AB temsilcisi ile görüş alış verişinde bulunuluyordu ama hiçbir zaman AB temsilcisi masada kendine yer bulamamıştı. Bu bir yanıyla masada Türklerin ikiye karşı bir konumuna düşeceğini göstermektedir. Diğer yandan BM nezdinde yıllardır görüşülmesinden ötürü oluşan hukukun bir tarafa bırakılarak, AB çatısı altına geçilmesi anlamına gelir ve saçmalığın daniskasıdır. Çünkü iki kesimlilik, global takas sisteminden kolayca vazgeçilmesinin arka planını bir parça açıklamakta; aynı şekilde tüm diğer ilkelerden, Türklerin anlaşmalardan ve BM hukukundan doğan haklarından da aynı şekilde kolayca vazgeçilebileceğini göstermektedir.
KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın, anlaşmanın 'AB Birincil Hukuku' olması yönündeki savunusu ilginç duruyor. Ancak bir yandan da yeni ortaklık devletinin BM ve AB'ye katılmayacağını, mevcut Rum devletinin üyeliğinin devam edeceğini ifade etmesi çelişki yaratmaktadır. Çünkü mevcut devletin üzerinden devam edilmesi, egemenliğe sahip iki kurucu devletin birleşmesi ile yeni bir devletin ortaya çıkması değil, mevcut Rum devletinin bir nevi anayasal değişiklikle (ŞEKİL DEĞİŞİKLİĞİYLE) Türkleri içine kabul etmesi anlamına gelecektir. Zaten bu evvelden beridir Rum tarafının savunduğu tezdir. (Böylesi bir durumda yeniden kargaşa ortamı doğarsa Rumların o devletle devam ederken, Kıbrıslı Türklerin KKTC'ye dönememesi sonucunu doğurur. Yeni devlet AB ve BM'ye yeniden üye olursa, yeni devletle birlikte o devleti kuran anlaşma da AB'nin Birincil Hukuku olacaktır.) Bir yandan "AB ilkeleri uygulanacak" denmesi, bir yandan Türklerin içine binlerce Rum'un döneceği, iki kesimliliğin yok edileceği, mevcut Rum devletinin şekil değişerek devam edeceği, Türklere kalacak toprak oranının yüzde 24-25'lere düşeceği, mülkiyette ilk söz hakkının Rumlarda olacağı, garantörlüğün olmayacağı bir anlaşmanın, Birincil Hukuk olup olmamasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bunları kabul etmekle Türklerin geleceği yok edilmiş olmaktadır.