Kaybolan yıllar: Sezen Aksu söylemiş biz kaybetmiştik, biz kaybettikçe S
Biz, hayatımızın "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" şarkısıyla dem tuttuğu, dibe çöktüğü sonbahar zamanları yaşarken artık, Sezen Aksu şarkıları koskoca bir külliyât oluşturmuş ve 80'lerin sonrasındaki otuz yıla damgasını vuran pek çok şarkısı hafızalara kazınmıştı. 80'lerle birlikte kulaklardan dudaklara, dudaklardan kalplere kazınan Sezen Aksu şarkıları, bugün artık kemâle eren yaşlarıyla '78 neslinin hayatlarına da sinmişti.
'78 neslinin hemen bütün aşkları, içinde bir kuple de olsa bir Sezen Aksu şarkısı barındırdı.
Bugün artık "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" şarkısının, zamanın plakçılarından sokaklara taştığı ve dillerimize pelesenk olduğu yıllar çoktan geride kaldı. Bir varmış bir yokmuş kadar kısa sürdü o yılların hayatımızdan kayışı ve artık hayatımızda "yarınların sayısı azalmaya, dünlerin sayısı çoğalmaya" başladı.
Aslında ne kaybolan yıllarımız vardı o zamanlar, ne kaybolacak bir dakikamız. Dakikalar bir tarafa, yılların bile bir kıymeti yoktu gözümüzde, önümüzde o kadar uzun yıllar vardı ki yaşanacak... Yalnızca Sezen Aksu'nun sesi, şarkılarının sözlerinin ve müziğinin güzelliğiydi bizi etkileyen, kayıp zamânın zihinlerimizde bir karşılığı yoktu, henüz kayıp zaman fikrimiz oluşmamıştı daha, devlet şartların olgunlaşmasını bekleyerek evlâtlarını yemeye devam ederken, biz arkadaşlarımızı kaybetmeyi öğreniyorduk yalnızca...
Oysa o şarkının bizde bıraktığı izlerin, daha gencecik zevklerimizin o melânkolik şarkıyı o denli sevişimizin ardında "kaybolacak yılların" kaderi vardı, kaybolacak yıllara gebeydi o yıllar. Ve biz o yılların kaybolacağını biliyormuşcasına tâzecik zihinlerimize kazımıştık "kaybolan yıları" ve "Sezen Aksu söylemiş biz kaybetmiştik, biz kaybettikçe Sezen Aksu söylemişti..."
Sanki Sezen'in şarkılarının sözlerini Aysel Gürel ya da kendisi değil, kaybolan bir nesil yazıyor, besteliyordu. İki tarafın da ortak yazgısıydı Sezen'in şarkıları. Kelimelerin yetersiz kalacağı, anılarını yitirecekleri, her şeyi bir tarafa bırakacakları, gerçeğini görmek zorunda kalacakları günlerin çok uzağında yazılıyordu o şarkılar, o besteler...
"Firûze" gibiydiler, bir gün dönüp bakınca geriye, hayallerine, ideâllerine, dünyalarına, düşlerin yıllarını yudum yudum içtiğini görüp, sessizce ve gizlice ağlayacaklardı. Sevda büyüsü gibiydi onlar, nazlı bir orman kuytusu gibiydiler. Hüzün buğusu gibi sevgilerini arkalarında bıraktıklarında, derin bir su gibi berrak yuvalarından ayrıldıklarında...
Bir volkan gibi patlamaya koyuldular, bir deli rüzgâr gibi savrulmaya başladılar. Gözlerine bir telâş oturmuştu, yıllar çok yavaştı, ama onlar aceleyle koştular, aceleyle konuştular, aceleyle sevdiler, aceleyle kavga ettiler, aceleyle öldüler gencecik, aceleyle öldürdüler yine gencecik, ölmeyenlerde ise "bir gençlik ölümü saklı kaldı."
Süslediler gençliklerini gelin misâli, sandıklara kaldırdılar. Yeni zamanlar aldılar, onlar aydınlığa hasrettiler, aydınlık onlara. Demirleri eritecek kadar âteşindiler oysa...
Gözlerine "o bakış" yerleştiğinde kirpiklerinin ucundan, her şeyin bir bedeli olduğunu ve bir gün bu bedeli muhakkak ödeyeceklerini öğrendiklerinde vakit çok geçti; ağlasalar yeriydi...
İşte tam bu ânda Sezen'in "sen ağlama"sı geldi...
"Sen ağlama, dayanamam" dedi Sezen Türkiye'ye.
Hasret zamanıydı, uzun ayrılıklar zamanıydı. Uzun ve güneş görmeyen yılların saatleri hüzünlere bölünüyordu. Mamak'ta ve Metris'te gözyaşları birikiyordu, sarkan ama düşemeyen iki damla olarak; hem ziyâret eden, hem de ziyâret edilenlerin gözlerinde. "Ben taşırım bu yükü sen git" dedi hep ziyâret edilen, ziyâret eden ise yükleneceği yükü yüklenmişti zaten, dünyayı taşıyordu gönlünde, sırtında, yorgun, takâtsiz bedeninde, hatta ruhunda. Ziyâret edilen ise, yüreğini veriyordu, ziyâretçisine, istemeden yüreğini ziyâretçisinin, "dayanamam" diyordu, "yüreğin bende kalırsa yaşayamam..."
Ziyâretçiler ve ziyâret edilenlerden başka hiç ama hiç kimsenin umurlarında değillerdi.
Ocağı tüttürmek için bir araya gelen bir avuç ideâlistin ve onların etrâfında oluşan kardeşlik halkasının ve dahi bir "küçük dev adam"ın hâricinde.
Koskoca bir ülke unutmuştu onları. Koskoca bir millet unutmuştu. Bir adanmışlıktan ibâretlerdi onlar, millete adanmışlık, ama adandıkları milletin bir mütecessis, bir endişeli, bir merhametli bakışına, nazarına değmediler. Onlar birbirlerine yaslandılar, birbirilerine dayandılar, nasıl olsa daha sonraki yıllarda birbirlerini yeteri kadar yiyeceklerdi, birbirlerini yeteri kadar kırıp dökeceklerdi, birbirlerini yeteri kadar örseleyeceklerdi, güneş görmeyen yıllarda birbirlerine yaslandılar. Ay ışığı parlamıyordu birbirlerine yaslandıkları yerde, güneşlerine karlar yağmıştı, onların dışarıda olan bitenlerden, dışarıdakilerin de orada olanlardan haberi yoktu.
Dışarıda tespihin tâneleri dağılıyordu.
"Her şey mal mülk her şey para pul, dostlukmuş sevgiymiş ara bul" diyordu Sezen Aksu.
Kimsenin yüz yüze bakamayacağı zamanların işleri olup bitiyor, gemisini yürüten kaptanlar açılıyordu sulara. İş bilenin kılıç kuşananındı, kılıcın adı paraydı, güçtü. İş işten geçiyordu, artık eskisi gibi olunamayacaktı. Gözler açıldı, fırsatlar havada uçuşuyordu, dünya para üstüne dönüyordu, bu fark edilmişti.
"Beni kategorize etme" dediğinde Sezen, gerçekten de kategorize edilmek istemiyordu artık kimse. Yaftalanmak istemiyordu, isimlendirilmek istemiyordu. Hiçbir eski şeye benzemek istemiyordu, geçmişi unutmak istiyordu. Hiçbir şeye benzemeyene karikatüre benzemek kalıyordu, onlar da karikatürleşiyordu. Devşirme yapı malzemeleri gibi kullanılıyorlardı, betonun içinde bir mermer dibâce, betonun içinde bir granit sütun olarak, betonlaşmaya razı olunuyordu. Kim bilir belki de aslında kerpiçten ibâretlerdi. Kerpiçle Süleymâniye kurmaya çalışmışlardı, kerpiçle Süleymâniye kurulamazdı. Belki de gerçek buydu. Dolgu malzemesi olarak kullanıldıkları yerde belki de bu sebeple hiç sırıtmadılar, yerlerini yadırgamadılar, yakıştılar aksine...
"Zor yıllar"dı...
Sezen Aksu'nun, "Eksildi ömrümüzden umut dolu yıllar, siz miydiniz bizler miydik yorgun düşen kuşaklar?" sorusu haklı bir soru olarak düştü tarihe. Eski kuşaklara soruldu bu soru. Eski kuşaklar soruyu duymazdan geldi, çünkü sorulacak bir soru varsa ancak onlar sorabilirdi. Eski kuşaklar muvazzaftı, yeni kuşaklar gönüllü. Eski kuşaklar profesyoneldi, yeni kuşaklar amatör. Eski kuşaklar realistti, yeni kuşaklar romantik. Eski kuşaklar devletti, yeni kuşaklar millet. Eski kuşakların gözleri apoletlerin ışıltılarından kamaşıyor, yeni kuşaklar apoletlilerin tankları altında eziliyordu. Eski kuşaklar "devlette küsmek olmaz" diyordu, yeni kuşaklar devletin yağlı urganında can veriyordu. Eski kuşaklarla devlet arasında ensestvâri bir sevgi ve bağlılık vardı, yeni kuşaklarla devlet arasında ise mesâfe. Eski kuşaklar devlete hizmete(!) kaldıkları yerden devam ettiler, yeni kuşaklar aş peşine, iş peşine düşmek zorunda kaldılar, tek meslekleri vardı, ülkücülük...
Yaralayan sözler gibiydi, silinmeyen izler gibiydi, "zor yıllar"dı... "Zor yıllar"...
"Zor yıllar"ın tam ortasına düştü "beni yak her şeyi yak" şarkısı. "Bir kıvılcım yeter ben hazırım bak" diyordu,"sevgisizlik ayrılıktan zor" diyordu Sezen Aksu.
Kıvılcım çaktı, kötü bir mizansenin aktörü olup, ayrılıkla beraber ateşlere yürüdüler, yandılar, yandılar. "Beni yak her şeyi yak" diyordu Sezen'in şarkısı, onlar kendilerini yaktılar. Acıyla büyüyorlardı.
"Git"meleri için elden gelen yapılanlara, gidişleri için bütün yolları hazırlananlara "Geri dön" diyen de olmadı. Gitmesini isteyen üzgün bile değildi gidenlerin ardından, yeni bir hayata başlamanın sevinci ve heyecanı vardı içinde aksine, rahatlamıştı, "hopa şinanay" diyordu âdeta.
Giden de artık vedâlaştı hayatla, gidenle beraber gidenler bunu biliyor muydu? "Hopa şinanay" seslerini duyanlar vardı şüphesiz, ama olacak olan oluyordu.
"Efeler gibi giderim hey!.." dediler.
"Herkes yaralı"ydı. Tepeden tırnağa herkes yaralı. Acıya alışılmıyordu, kâide buydu. Gül uğruna diken tutuldu yıllarca kanaya kanaya. Ne gelenler anladı, ne gelip gidenler olup bitenleri. Ama biz biliyorduk, kadere/kedere gülüyorduk olanlar olup biterken, bir yıldızın kayışını izliyorduk, küme küme, katar katar, kervan kâfile...
"Vazgeç" demişti şarkı aslında tam da biz bir yıldızın kayışını izlerken. Ve "vazgeçtim" demiştik. "Yok olma zamanıydı", yok olmuştuk...
O "son bakış"a kadar... Bir buzdan geceler masalında yitirilen "Kurşun gibi izler.. son bakıştaki o gözler"e kadar..
Zaman "tebdil-i mekân" değil, "tebdil-i zaman" zamânı artık. Tebdil-i mekânda ferahlık yokmuş, acının yüzölçümü yeryüzünde çokmuş. Yeniden başlanacak bir yer yok.. Eskisi gibi olmayacak hiçbir şey.
Kelimelere itimât kalmadı. Dostluğun anlamı kalmadı, fedâkârlığın anlamı kalmadı. Soranlara "Eh işte idâre ediyor"diyoruz, ya da üstü kapalı geçiyoruz, "n'olsun, iyidir işte" diyoruz...
Bu hikâye herkese bir hâtıra bırakacak kadar zengin bir hikâye.
Kimseyi hâtırasız bırakmayacak kadar güzel, herkesi acıtacak kadar acı, herkesi güldürecek kadar naif, herkesi kızdıracak kadar öfkeli, herkesi mutlu edecek kadar samimî, herkesi korkutacak kadar öfkeli, herkesi yıldıracak kadar pişmanlıklarla dolu, herkesi sevindirecek kadar neşeli, herkesi üzecek kadar hüzünlü, herkesi heyecanlandıracak kadar hareketli, herkesi susturacak kadar dingin, herkesi saklayacak kadar geniş, herkesi yargılayacak kadar adâletli, herkesi mahkûm edecek kadar sırlı, herkesi beraat ettirecek kadar merhametli, herkesi konuşturacak kadar anarşik, herkesi kahraman yapacak kadar pervâsız, herkesi hâin edecek kadar acımasız, herkesi şöhret edecek kadar meşhur, herkesi münzevî kılacak kadar tenhâ, herkesi zengin edecek kadar bereketli, herkesi fakir kılacak kadar çorak, herkesi cesur yapacak kadar büyülü, herkesi korkak yapacak kadar tehlikeli, herkesi müşfik yapacak kadar merhametli, herkesi zâlim edecek kadar acımasız, herkesi umursamaz yapacak kadar umarsız, herkesi güçlendirecek kadar dünyevî, herkesi evliya edecek kadar uhrevî...
Bu hikâyenin içinde "her şey bulunur, derde devâdan gayrı..."
Herkes bu hikâyede "kendi payından bir hâtıra seç"sin ve onu saklasın, unutmasın.
Benim hâtıram, benim hâtırâlarım, bana yâdigâr olanların "adı bende saklı, sarı odalarda".
Kimseler yazmasın, kimseler kayıt düşmesin bir yerlere hâtıralarını. Her şeyiyle bize kalsın, yalnızca bizim olsun onlar, bizim olarak bizle göçsünler.
Çünkü, "mâsum değiliz, hiç birimiz" aslında.
Ne bir sekte-i kalp ile karlı bir nisan gününde uğurlanan mâsum ve ne de karlar altında buzdan gecelerde elvedâ diyen hayata mâsum, biz "hiç birimiz mâsum değiliz"...
Eller günahkâr...
Diller günahkâr, bir çağ yangını bu dünya günahkâr...
Mâsum değiliz hiç birimiz...
"Haydi Gülümse"yin kaderinize/kederinize şimdi "Lâle Devri Çocukları", içinizdeki çocuğa sığının, bulutlar gitsin, belki yenilenirsiniz...