Kasırganın söktüğü kök: Ülkücülük
Eskilerle, yani bir zamanların ateş çemberinden geçen kimselerle karşılaştığınızda akıllardan geçen ilk şeyin “Bize ne oldu?” sorusu olduğunu hissedersiniz. Çoğunlukla onlar artık yeterince açılamayan göz kapaklarının yenilmişlik ve yorgunluğu altında konuşurlar. Bu insanların nasıl olup da yaşlandığını bile kabul etmeyecek kadar idealist kalabildiğini hayretle görürsünüz! Yorgun bedenlerin nasıl olup da bunca diri ruhu taşıdığına da şaşar kalırsınız!
Onlar üstüne bastıkları zeminin ayaklarının altından kaydığının hâlâ farkında değillerdir. Ortak kaygılarının temelinde yine kendi yaşamları ve kendi çocukları yoktur! Hâlâ hiçbir şey talep etmeden her şeylerini vermeye hazır görünürler. Dışlanan, suçlanan ve yaşlanan bu insanların varlığından, hiç farkına varmadan gurur duyarsınız! Ülke ve ülkü denince yeterince açılmayan göz kapaklarının ardından ışık saçan gözleri görüyorsunuz.
Evinden kovulanlar!
Onlarla ne yaparsanız yapın, hâlâ yeni yılları ve geleceği konuşamazsınız! Yapacaklarından değil daha çok yaptıklarından söz ederler. Kimisi verdiği ömrü, kimisi kaybettiği ülküdaşını ve kimisi de uğradığı ihaneti dillendirir, durur. Kimisi fazlaca gerçekçi, kimisi de inanılmaz bir romantiklik içinde hâlâ ülke kurtarmaya devam eder! Ama onlar bütün bu şartlar altında dahi hâlâ tek başına devlet, tek başına millet gibi konuşurlar. Serde yiğitlik var ya “Aldırma” havasındadırlar.
“Bizim evin hırsızlarından” söz edenlerle “bizi evimizden kovdular” diyerek içlenenlere aynı karede rastlarsınız. Kendi ömrüne değil ülkenin geleceğine bakarak “Gençliğim Eyvah” diyenlerin hâlâ çoğunlukta olduğunu görürsünüz! Onlarla aynı şeylere mensubiyet duymakla hem hüzün hem de gurur duyarsınız!
Sonra da insanların nasıl olup da hâlâ ağacı kökünden koparan kasırgadan değil de dalı kesen baltadan şikâyet ettiğini görür ve şaşırırsınız! Hâlbuki tokatın en tehlikelisi nereden geldiği belli olmayanıdır. Onlar onu düşünmezler.
Fidan ya da kurbanlık koç olmak!
Sahi “biz fidanlık mıydık” her gelen balta salladı kökümüze türünden hayıflananlara ise yürekler dayanacak gibi değil. Ağacı kesen baltanın sapının yine ağaçtan olduğunu söyleyerek işi kişiselleştirenler, gerçekle yüzleşme yürekliliğini göstermeyenlerdir. Kendisinden değil ama hâlâ hep -ondan, bundan ve şundan- başkasından söz edenleri duyunca da kulaklarınıza inanamazsınız.
Kırk yılda yetiştirdiklerini kırk dakikada harcayan insanlar haline nasıl geldiklerini hiç düşünen yok. Büyük iddiaların temsil hakkını, küçük takipçilere kimin verdiğini bir bilen de yok.
Kökü söken kasırganın önünde bir yaprak gibi adeta göklere savrulan idealistlerin rahmet olup gökten nasıl yağacağı gibi bir mistisizme kendilerini kaptıranlar da yanılıyor. Evet rahmet rahmettir. Dağdan akması ya da gökten yağması fark etmez. Ama artık onlar hem gökten yağarken hem de dağlardan çağlarken başkalarının bahçelerini sulamakta kullanılıyorlar. Başbuğ sanki bugünü görmüş gibi “Dalından kopan yaprağın kaderini rüzgâr tayin eder” demişti.
Kökünden kopanlar!
Halbuki bugünlerde kökünden kopanların kaderini rüzgârlar değil düşmanlar tayin ediyor. “Bizim evin hırsızları” bizden giderken evi soyup yağmaladıkları yetmiyormuş gibi bir de düşmanlık etmeleri yok mu, işin bu tarafı üzerinde ciddi bir biçimde düşünmek gerekir!
Tabii bunu bir yerlere nasıl olmuşsa tutunmuş silik ve sülük karakterli kişiler yapmaktadır.