“Kartallar” “Kaplanlar”a dönüşmediyse hâlâ; nede
Yeniçağ dün manşetten gördü ama medyanın genelinde güncel siyasi polemiğin-çekişmenin gölgesinde, satır aralarında kaldı; oysa Atatürk Olimpiyat Stadı’ndan toplumun geneline “yüksek gerilim” pompalanan “kaos”la ilgili en “çarpıcı” tespiti MHP lideri Devlet Bahçeli yaptı:
“Akıllardan uzak tutulmamalıdır ki, Yugoslavya’nın bölünmesinde futbol karşılaşmalarındaki düşmanca tutum ve ayrışmaların, taraftarlar arasındaki kin ve nefretin büyük payı vardır...”
***
Şöyle ki:
Tarih: 13 Mayıs 1990.
Yer: Maksimir Stadyumu, Zagreb.
Yugoslavya’nın “balon” gibi patlamaya hazır kıvamda şişirildiği günler;
Yurt dışında eğitilmiş “dünyalı” olmaktan söz eden ekonomi prensleri eliyle üretimi durdurulmuş ve fakat tüketebilmesi için gerekli zenginlikten yoksun, yoksul, muhtaç yeni bir toplum modeli inşasıyla tepetaklak edilmiş, eğitim sistemi çökertilmiş, yargısı kuklalaştırılmış, basın-yayın organları “yeniden dizayn edilmiş”, sendikalarının, sivil toplum kuruluşlarının içi boşaltılmış, ordusu dağıtılmış velhasıl hiçbir “tutar yanı” kalmamış.
-Tanıdık gelebilir- toplumun hemen tüm kesimlerinin sinir uçları yay gibi; herkes bir “ok” bekliyor yaralamak için “karşısındaki”ni;
Ah bir eline geçirse...
Fırsat kolluyor!
Sosyal-psikolojinin bu olduğu ortamda, ülkenin iki büyük takımı Dinamo Zagreb ile Kızılyıldız arasındaki maçın oynanacağı stadyumda “ok gibi” 40 bin kişi; yayını çeksen fırlayacak her biri.
Bir tarafta, Arkan lakaplı Zeljko Raznatoviç liderliğindeki 3 bin kişilik Delije (Kızılyıldız’ın taraftar grubu)...
Diğer tarafta, Zagreb’li “Bad Bulue Boys” (BBB)...
“Arkan’ın Kaplanları”nın bariyerleri aşması sahayı karıştırmaya yetti.
Sonrası;
Coplar, bayrak sopaları, tekmeler ve hatta -TOMA’ya ilham olmuş mudur bilmem- kaçışan insanların peşinde itfaiye araçları...
Karışan sırf saha olsa iyi, çatışma ülkeyi sardı. Ve kafalarda cepheleri çoktan açılan Yugoslavya “iç savaşı” fiilen böyle başladı.
“Kaplanlar”la “Kötü Çocuklar” karşı tribünlerden karşı ordulara transfer edildi; BBB’ler Hırvat ordusunun, Delije üyeleri de Miloseviç’in askerleriydi.
İbret almak isteyen gidip görebilir;
“Ülkesini bölen kahramanlar”ın anıtı hüzünle ziyaretçilerini selamlıyor Maksimir Stadı’nın önünde hâlâ!
***
“O maç”tan önce Yugoslavya’nın geçtiği yolların tamamı Türkiye’ye de döşendi;
OTPOR’un türevi olan “genç” ve “sivil” yapılanmalar “sivil darbe”yi “ileri demokrasi”, “milli güvenliği” de “askeri vesayet” diye yutturmaya çalıştı.
Ahtisaari ve ekibi; Yugoslavya Uluslararası Konferansı benzeri bir Bağımsız Türkiye Komisyonu’nu -elbette Diyarbakır’da- devreye soktu.
Etnik grupların kendi kendini yönetme talebi “hak” kapsamına sokuldu.
Yugoslavya din ve etnikçilik zemininde ayrıştırılabilmişti sadece. Ya Türkiye?
Etnik kökenler, inanç grupları, mezheplerden başka;
Semtler ayrıldı Tophane Cihangir’e karşı...
Esnaf; “palalı”lar, halka ilk yardım için kapılarını açanlara karşı...
Sanatçılar; “Başbakan’ın elini öpenler” ve programlarının yayından kaldırılması pahasına “eleştiren”lere karşı; Ödül törenlerini muhalefet mitingine dönüştürenler ve iktidara yaldızlı mektup gönderenlere...
Camiye gidenler, gitmeyenlere karşı...
Aleviler; “diyalogçu”lar olmayanlara karşı...
Gazeteciler; yandaş, candaş, yoldaş...
Ordu; “içeridekiler”, “dışarıdakiler”e karşı...
Sermaye; “ters L” şekli alabilenler “omurgası” dik olanlara karşı...
Yargı; “özel” yetkililer yetkileri tırpanlanan-sürülenlere karşı...
Rektörler; “atanmış”lar seçilmişlere karşı...
Komşu komşudan ayrıldı “tencere tava çalan”, “muhbir vatandaş”a karşı...
Buna rağmen Yugoslavya, Ukrayna, Gürcistan’da uyguladıkları metotlar, Türkiye’de işe yaramadıysa tek nedeni var;
Bunca çabaya rağmen bağlarımız pamuk ipliği kadar inceltilse de kopmadı hâlâ. Hâlâ mozaik değil, bambaşka grupların iliştirildiği koalisyon değiliz, tek milletiz.
Haliyle “millet” olarak kalıp kalamayacağımız belirleyecek, Yugoslavya’ya benzeyip benzemeyeceğimizi...