Karşı mahallenin adaleti
“İddia olunan darbeciler”in yedi göbek izini süren yandaş medya, Alman mahkemesince “tescilli dolandırıcılar”ı görmezden geliyor. Bu manşetleri hukukun mu iktidarın mı üstünlüğü belirliyor?
Mehmet Tezkan, önceki gün Vatan’daki köşesinde Fehmi Koru’ya “dökül bakalım” diyerek şunları yazdı: “Yandaş medya susuyor.. Düşünün.. Deniz Feneri dolandırıcılığında, kooperatif yolsuzluğunda suçlanan kişi, televizyonların ahlak polisi, ‘medya etiği’ başlıklı toplantılar düzenleyip akıl veren kişi! Haber değil mi? İki satır yazmaya değmez mi?”
Haber süzgeçleri tıkalı
Yandaş medyanın bir konuyu yazmaya değer görebilmesi için hangi süzgeçlerden geçirmesi gerektiğini Arseven’in satırlarında bulabilirsiniz: Önyargılar... Çifte standartlar... Ve kin duvarı...
Arasında habercilik var mı? Doğruluk? Kamu yararı? Vicdan?
Ergun Babahan, Sabah genel yayın yönetmeni olduğu dönemde “Deniz Feneri Derneği ile ilgili yolsuzluk iddialarını neden görmüyorsunuz” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Almanya’daki dernek ile Türkiye’deki dernek arasındaki ilişki doğrulanırsa, yayınlarımızın süreceğini göreceğiz. ”
Babahan’a sorulan ikinci soru “Ergenekon konusunda neden bu kadar dikkatli davranmadınız?” olmuştu. Bu sorunun cevabı gazetecilik mesleği adına yüzkızartıcıydı: “Duygusal davranmış olabiliriz.”
Almanya’daki mahkeme 14 milyon euro ile ilgili asıl ‘buharlaşma’nın Türkiye’de meydana geldiğini onayladı. Peşine düştü. Araştırılmasını istediği şirketler arasında Deniz Feneri Derneği ve Kanal 7 de var. Durum artık “kafa karışıklığı”na neden olmayacak kadar net değil mi?
Peki hani vaad edilmiş manşetler?
Asrın “asrın iddia olunan darbecileri”nin yedi göbek sülalesinin sicilini çıkaran yandaş medya, “asrın Alman mahkemelerince tescilli dolandırıcıları”nı neden görmezden geliyor?
Dinden mi yoksa hak ve adaletten mi çıktılar? Aynaya bakmaktan mı korkuyorlar yoksa? Çünkü bu yolun bir ucunda günah, bir diyerek bir ucunda ayıp var!
“Bana ne yav” deyip kesitirip atılamayacak kadar ağır bir vebal var...
Efendiler yesin
Diyeceksiniz ki vebal almaktan korksalar Kayıp Trilyon Davası’nda ‘kul hakkı’nı, ‘kul affı’nın örtemeyeceğini bilirlerdi...
Fotoğraf çok benzer. Tıpkı hazinenin parasını iç edenlere, o parada hakkı olanların haklarını helal etmedikleri gibi, muhtaca, mağdura yardım için rızıklarını paylaşan Müslümanlar da, “Biz bir ocakta kaynayan tencerede tuzumuz olsun, bir çocuğun üzeri örtülsün diye verdik, yiyin efendiler siz yiyin, helal hoş olsun” demediler...
Aksine Deniz Feneri e.V.’yi de kapsayan yeşil sermaye soygunlarının mağdurları Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği aracılığıyla ‘hak arama’ mücadelesine giriştiler.
Yalçın Bayer 30 Nisan ve 1 Mayıs 2009 tarihlerinde Hürriyet’te üst üste yazdı. Okuyun.
Hz. Ömer adaleti
“Böcek”lerle, “gatakulli”lerle adaletin izini sürenler, kul hakkının, İslamiyet’te muhatabı helal etmediği müddetçe telafisi olmayan ‘en büyük günah’ olduğunu bilmiyorlar mı? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan değil mi?
Üzerinde kul hakkı olanları teşhir etmeyerek, sömürü düzeninin devamına yol verenler, Hz. Ömer adaletinin neresinden nasiplenmiş olabilirler?
Yahudi’yi Müslüman eden o anlayış, milleti dinden imandan çıkaranların adaletinin kaynağı olabilir mi?
Benim hırsızım iyidir
Diyelim ki, günah korkusu zaptetedemedi ruhlarını... Dinin “en büyük günah” saydığını görmezden gelerek ortağı oldular...
Peki ya hukuk? Hukukun “en büyük dolandırıcılık” dediğini perdeleyen çiftestandart perdesi daha ne zamana kadar aralanmayacak?
Bütün deliller karartılana kadar mı?
Ancak duymazdan gelmeler, dosyayı geciktirmeler, tercüme etmeler, tercüme edilmişi gizlemelerle kazandırılan ’aklanma zamanı’ sonunda yapılabilecek incelemede suç unsuruna rastlanmamış olması mı “iman referansı” olacak? “Benim hırsızım iyidir” tavrı değil mi bu?
Ortada ite kaka da olsa yürütülen bir yargı süreci var. Bunun içeriğine dair yazıp çizmek, birilerini yaftalamak doğru değil...
İktidarlı ve iktidarcı olmayanların ikamet ettiği ‘bizim mahalle’de bu işler böyle yürümüyor. Suçu sabit olmamış kişiler manşetlerle linç edilmiyor, suçlunun kanunun öngördüğü biçimde cezalandırılması bekleniyor. Karşı mahallede ise mevsim “yeşil”e dönünce sık sık zemin kaymaları yaşanıyor... Haktan ranta, nasipten gaspa, adaletten ‘şeytan kaç’a..
+++
Çifte standartlı
davrandıklarını itiraf etmişti
(...)
Belki kendim “ısırırım” Müslüman kardeşimi; lâkin “Köpeklerin” yalamasına dâhi müsaade etmem!..
Kesin çizgilerim vardır; Ve “çifte standart”larım!..
Bu “çifte standart” nasıl mı işler?..
Basit; itham Müslüman’a yönelmişse; “iftira olduğu önyargısından” hareketle çıkarım yola... “Kafir”e yönelmişse; “Doğru olabileceği” önyargısından!..
Evet; benim “önyargılarım” var!.. Ve bu “önyargılarımı” çok seviyorum!.. Boşuna gayret; “Ergenekon iddianamesine balıklama atladın ama Deniz Feneri iddianamesiyle hiç ilgilenmiyorsun” diyerek sözüm ona “gaza getirmeye” çalışanlara hiç mi hiç itibar etmiyorum...
“Deniz Feneri benimdir, Ergenekon Terör Örgütü kahrolası darbe düzeninin!..”
“Deniz Feneri” için dava sürecinin tamamlanmasını beklerim... Yetmez; karara “hangi etkilerle ulaşıldığını” göz önünde bulundururum... Bu arada; “kişisel suiistimallerin olup olmadığını”da kendi imkânlarımla araştırır, bilgi sahibi olurum...
“Ergenekon Terör Örgütü davası” sanıkları söz konusu olduğunda ise; bu adamların büyük bir bölümünün, ne azılı “din düşmanı” olduklarını bilmemden... Ve dahası; bu ülkenin kurtuluşunun ancak bu “darbeci zihniyeti ortadan kaldırmakla” mümkün olacağına dair idrakimden dolayı...
“Ergenekon Terör Örgütü” sanıklarının üzerine giderim!..
İddianameyi esas alır... Bindiririm!..
Serdar Arseven / Vakit (11 Eylül 2008 )
+++
Akman’a kalkan olma ihtiyacı
nereden doğdu?
Her şey tabak gibi ortada. Biliniyor. Kanıtlar da var. Zahid Akman, Başbakan’ın fikirdaşı, partidaşı, yakın arkadaşı, “yolları birlikte yürüdüğü” yoldaşı ve gönüldaşı... Fazlaca bir gazetecilik başarısı ve engin tecrübesi de olmadığı halde Zahid Akman’ı; “kafa ve yürek uygunluğu” nedeniyle olsa gerek RTÜK Başkanlığı’na getiren de Başbakan oldu.
Kabul edilebilir. Onunla çalışmak istedi.
Hakkıdır.
Ancak niçin ona “kalkan olma ve onu korumaya alma” ihtiyacı duydu. Altın soru buydu ve bu soruyu 35 gün önce; adı “gönül pasını silmek için balkonda çiçek sulamaya ve Meclis Kürsüsü’nde acı biberli konuşmalar yapmaya” çıkmış Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç sordu.
Genç, adalet arayışının altın filtresinden süzülerek gelen duyarlılıkla “yasa değiştirildiğini ve RTÜK Başkanı hakkında soruşturma açma iznini Başbakan’ın kendisine bağladığını” hatırlattığı soru önergesinde; “Başbakan Erdoğan RTÜK Başkanı’nı öz evladı gibi niçin koruyor?” diye sordu. 35 gün geçti. Soruya cevap verilmedi.
1 milyon defa sorulması gereken soru; “Başbakan, Zahid Akman’ı hangi amaçla, ne maksatla, neleri düşünerek, nasıl bir ihtiyaçla koruması altına” aldı.
Yoksullara, garibanlara, dağıtılısın diye toplanmış 41 milyon Euro’nun 18 milyonu Türkiye’ye aktarılmış ve buharlaştırılmıştır. Alman adaletinin 2 savcı, kriminal polis şefi, kara para, kayıt dışı para, sahte evrak takibinde uzman 150 kişilik ekiple bulduğu kanıtlara göre hazırladığı dosya ve fezlekelerde suçlanan 19 kişinin arasında Akman da bulunuyor.
Benim de bulunduğum çok sayıda gazete yazarı; “Fener soygunu için Türk adaleti de gereğini yapsın” yazıları yazıyoruz diye yandaş gazeteci sonradan Bilderberg’çi ve yeni fasılcı Fehmi Koru, Aydın Doğan’a bizi gazeteden atması için akıllar verirken Başbakan da meydanlarda kendini dinlemeye gelen vatandaşlara; “Ha bu köşe yazarları var ya... Ne kadar para alıyorlarsa... O kadar küfür ederler... Maaşlı memurdur bunlar.” diyordu. Alman adaletinin çabasıyla Fener dosyası netleştikçe; bizim para için değil “hak ve adalet için” yazdığımız da doğrulanıyor. İktidar yanlısı gazete ve TV’lerin ayda 110 bin lira maaşla ödüllendirdikleri “40 yıl öncesinin ilk adil düzenci kadrosundan” gelme fakat şimdi Boğaz yalısı düşkünü ve Aydın Doğan’la fasıl dinleme pişiricisi Fehmi Koru’nun da “iştahı kursağında” kalıyor.
Necati Doğru / Vatan
+++
Nazlı erdi
muradına...
Nazlı Ilıcak, aylardır reytinglerde dibe vurdukları anlarda bile atv ana haber ekibinin ‘başarılı olduğunu’ yazmakta sakınca görmedi. Zamanlı zamansız kaleme aldığı bu teşvik yazılarını her okuduğumuzda “Arkasında bir program beklentisi mi var” diye sormuştuk. Cevabımızı aldık: Ilıcak, yılmadan pohpohladığı Fuat Uğur ile birlikte Siyaset Kazanı programına başlıyor... Maksat hasıl oldu sonunda.
+++
Debdebe, zulüm, haram iktidarı
İlahiyatçı Doç. Nihat Hatipoğlu, Hürriyet gazetesindeki “Cuma sohbetleri” köşesinde gerçek Müslüman’da bulunması gereken temel özellikleri sıralamış. Okuyoruz:
(...)
Beyefendi olmak: Kaba, haşin, sert ve incitici olmamaktır.
Bencil olmamaktır: Her şeyi kendisine yontanın ahlakı Makyavelist, egoist ve çıkarcı bir çizgi izler. Bu çizgi Müslümanla aynı karede buluşmaz.
Adil olmak: Müslüman, kendisi için istediğini başkasına da istemelidir. Yanlış yapan, dolandırıcılık yapan kendi öz evladı bile olsa özel muamele gösterilmemelidir. Ayrıcalık tanınmamalıdır.
Düşmanın da hukukunu gözetmek: Sevmediğini, tutmadığını, düşman gördüğünü meşru, gayri meşru hiçbir yolla sindirmemelidir.
Haram kazanmamaktır: Helal düşünmek, helal kazanmak, helal harcamak ticarette kuşanılması gereken İslam ahlakıdır. Müslüman, kamuya, devlete veya garibana ait malı hile ve hurda yoluyla ucuza mal edemez. Herhangi bir ihalede... Daha iyi iş yapan insanların önünü kesmek için plan ve program yapamaz.
Sorumluluktur: Makamın hakkını vermektir. Makam, mevki ve sorumluluğu başkasının haksız kazancına merdiven yapmamaktır.
Halkla eşit şartları paylaşmaktır: Halkı yoksul olan Müslüman idareciler lüks, şatafat ve debdebe içinde yaşamaz. Yaşarsa zalim bir idareci olmuş olur.
Müslümanım diye şişinen bazılarının hiç bu taraklarda bezi yok...
Hele iktidar koltuklarındaki bazılarının...
Durum vakti zamanında Mehmet Akif ’i de bezdirmiş. Der ki:
“Kaç hakiki Müslüman gördümse hep
makberdedir.
Müslümanlık, bilmem amma galiba göklerdedir”
Melih Aşık / Milliyet
+++
900 TL’lİk eylem
Az bile yazmışız
Yeniçağ’ın dünkü manşetinde, Taksim’deki 1 Mayıs etkinliklerini provoke eden sivil gençlerin eylem maliyeti çıkarılmıştı.
Taraf da, dün Genç Siviller’in eylem maliyetini çıkarmış: Oda ücreti 275 avro, Mini bar 30 avro, Otopark 35 TL, Pankart 190 TL, toplam 900 TL
Genç Siviller üyeleri işçi haklarına dikkat çekmek için yaptıkları “beş yıldızlı otel eylemini” şöyle anlatmış:
“Perşembe günü The Marmara resepsiyonunda kredi kartıyla rezervasyon yaptırdık. Gece 1 Mayıs 1977 videosunu izleyip efkârlandık. Mini bar pahalı olduğundan dışarıdan biralarımızı alarak otele soktuk. Arkadaşların sms ve telefonlarıyla 8’de uyanıp duşa girdik. Süper boğaz manzarasına karşı keyifle kahvaltımızı yaptık. Çıkışımız kolay olsun diye eşyaları arabaya yerleştirdik... ”
Anlaşılacağı gibi arkadaşların kredi kartı limitleri hala beş yıldızlı oda tutmaya olanak sağlıyor. Yani milyonlarca mağdurdan değiller.
Sonraki dönemde ülkede yaşanan bir çok trajedinin temeli olan 1 Mayıs 1977 sahneleriyle ‘bira desteği olmaksızın’ efkarlanamayacak kadar bu ülkenin acılarından yalıtılmış yürekleri... Bir çok genç okula gitmek için akbilini dolduramazken altlarına araba çekebilmişler. O gün Taksim’e gelmek için evlerinde hazırlık yapan birçok işçinin ekmeğe katığı olmadığını bile bile, boğaza karşı keyifle kahvaltı yapabiliyorlar...
Hala sivil gençler, ha Genç Siviller... Demek ki dün az bile yazmışız... İşçi, emek gibi kavramlar ve 1 Mayıs’ın temsil ettiği değerlerle uzaktan yakından ilgisi olmadıkları aşikar olan tahrikatör arkadaşlar son bir itirafta daha bulunup yap-bozu tamamlasalardı keşke... Nerden geliyor bu değirmenin suyu? Hikaye “Bir gün iki arkadaş...” diye mi başlıyor... Yoksa “Bir gün Soros Amca...” diye mi?
+++
MİNİ YORUM
Kimliğinle övünme günü
Bugün Türkçülük günü. Türklerin, nasıl bir baskı ile karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, hele ki kendi devletlerinde, kimliklerine sahip çıkmaktan vazgeçmeyeceklerinin ifadesi olan bu gün de Türkçülük-Turancılık davasında yargılanan, tabutluk işkencelerinden geçen, iftiraya uğrayan, sürülen, dışlanan subaylar, akademisyenler, doktorlar, öğrencilerden rahmete kavuşanların ruhu şad olsun, hayatta olanları minnet ve sevgiyle anıyoruz...