Kaçakçının korkusu, akrebin ihaneti...
Akşamın alaca karanlığı kayalardan geçit vermeyen yollara yansıdığında, o derme çatma gecekonduların çevresinde insanı dehlizlere çeken bir sessizlik de hakim olurdu...
Hele de mevsimlerden yaz ise ve aylardan Temmuz ise akreplerle yılanların mağaralarda pusuya yattığı o günlerde, gündüz sıcağından kaçan mahlukatlar da, gecenin serinliğinde kendilerini sokaklara terk ederlerdi...
Yoksul sofralarda akşam yemeği yenilir yenilmez, "kaçak" yorgunu babalar çizgili pijamalarıyla sedirlere çekildiğinde ve kaçak çayın dumanı komşudaki pikaptan yükselen gazellere karıştığında, sokaklarda insanı masumiyete iten o sessizlik çocuk sesleriyle yırtılıverirdi...
Peki; kaçak çayların, Acem kınasının, nargile tömbekisinin ve tabii ki gümgümlerde sevda gibi kaynayan "Mırra"nın akşamın hüznüne yayılan yoldaşlığına ne demeli?..
İşte onların hançerleri yakan kesif kokuları gökyüzünde halay çekercesine birbirine karıştığında, akşamın sefası da nakşolurdu Kötüler Mahallesi'nin tüm sokaklarına...
Pikaptan yükselen o acılı gazelin ortasında, mayın pususuna düşmüş yoksul kaçakçıların yaşam kavgası da vardı sanki;
"Asaf'ın miktarını bilmez Süleyman olmayan...
Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan!..
Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvalini,
Anlamaz hal-i perişanı, perişan olmayan..."
Çocuk yaşta ne dediğini bir türlü anlamadığımız o gazeller aslında yaşamın içerisinde acı kahve tadı veren "Mırra"nın imbiğinden süzülmüşcesine, zihnimize akıp gitmişti...
Bizler "kaçakçı" yollarının mayın şarapnellerinde vurulmuşcasına, içimizde acı nağmeler çalan gazellerin, hoyratların ve uzun havaların ahvalini çok ileride anlamaya başladığımızda, Kötüler Mahallesi'nin sokaklarına sinen o sessizliği neden çocuk çığlıklarıyla yırtığımızı daha da iyi anlamış olurduk...
"Kolcu"nun zulmü, çocuğun neşesi!..
Orası tüm soyluluğu ve görkemiyle, Urfa'nın "Kötüler Mahallesi"ydi...
Arkasında Bizans mağaraları, sol yanında ta Suriye sınırına uzanan Harran Ovası, sağ tarafında nice savaşlar görmüş Urfa Kalesi...
Ve tam önünde; ovaya yatan kraliçe gibi uzanmış, eyvanlı köşkleri, "kuş takalı" konakları ile her biri sarayı andıran evleri, yani eski Urfa'nın bir gümüş kolye gibi duran kahverengi şavkı...
Sararmış bir tek ampul aydınlatmaya çalışırdı Kötüler Mahallesi'nde, tüm sokakları bir arada tutan o küçücük meydanı...
Bir yanı Süryani mağaralarına, bir yanı üzüm bağlarına, bir yanı da çiğdem kokan dağlara uzanan o meydanın arka tarafları, kendi içerisinde ürpertiler barındıran korkularıyla çocukların aynı zamanda oyun alanlarıydı...
İşte gecenin karanlığında "oyun" oynamak için orada toplanırdı yüzleri Şark Çıbanlı, ayakkabıları parçalı ve pijamaları yamalı çocuklar...
Yaz sıcağının tüm efkarını, en zalim halleriyle çevreye saçtığı anlarda, işte o tek ampulün aydınlattığı meydanda toplanan kaçakçı çocukları yalnızca "korku" hikayeleri anlatmaz, aynı zamanda oynayacakları "oyun"un garip planlarını da yaparlardı...
Yoksulluğun yaşamın cenderesinde girdaplar yarattığı mahallede; çoğu yüreğinden yaralı çocuklar, babalarının "sınır" boylarında jandarma ile girdiği mücadelenin öykülerini anlatırken, hepsinin sararmış benizlerinde çatlamış topraklar gibi duran kahverengi gözleri yine de neşe saçardı...
Babaları "kaçakçı" olan çocukların "oyun"ları farklı olur muydu hiç?..
Gecenin karanlığında, mağaraların ürpertisinde ve dağların kimsesizliğinde, içlerindeki neşeye adeta çember çevirtirdi o garip oyunların heyecanlı hikayeleri!..
Kaçakçıları yakalamakla görevli "Tekel" memurlarına "Kolcu" denildiği için, çocuklar babalarının onlardan kaçışlarından oyunlar (!) yaratmışlardı; "Kolcu-kaçakçı!.."
Kaçakçılar kaçar, "Kolcu"lar kovalardı oyunun içinde... Tıpkı kaçakçı babalarının yaşadığı zalim korkular gibi!..
Çocuklar Kötüler Mahallesi'nin arkasında, üzüm bağlarıyla badem ağaçlarının süslediği patikalardan yukarılara doğru koştururken; işte o sırada, yani akşamın serinliğinin tellerini henüz döktüğü anlarda, o mağaralarda "dağ yatısı"na kalan Urfalı gazelhanların efkarı yayılırdı vadiye...
Bazen Kazancı Bedih'in "Mırra" tadında o kehribari sesi yükselirdi mağaraların birinden;
"Felek gayet dönek, dünya bir cellat müthiştir...
İçinden çıkması hayli müşkilatlı bir iştir...
Dünya sanki bir değirmen, çark-ı eyyamı bir iştir...
İçinde Ademoğlu ufak bir çavdara dönmüştür..."
Mayın, ihbar, oyun!..
Yaşamın ekmek uğruna; mayınlarla jandarmalar, atlarla mavzerler ve korku ile umutlar arasında gelgitler yaşadığı o mahallede, yılanlarla akrepler aynı mağaralarda nasıl sinsiliğin bağrında av peşindelerse kaçakçıların akreplerden daha beter korktuğu "ihbarcı"ların zulmü de vardı...
Zaten çocukların oynadığı "Kolcu- kaçakçı" oyunu da insanı arkadan hançerleyen ihbarcılığın "gölge oyunu" değil miydi?..
"Kolcu-kaçakçı" oyunu kötüler Mahallesi'nin arkasında; Süryanilerin yaşadığı o mağaraların dehlizlerinde gece yarısına kadar devam eder, çocuklar daha sonra Ahber (Abgar) Dağı'nın keskin yamaçlarından Kötüler'e uzanan daracık patikalardan aşağıya doğru, savrula savrula inerlerdi...
Arkalarında yalnızca "oyun"u kazanmanın heyecanı değil, aynı zamanda garip korkularını da bırakırlardı...
İşte o korkular "Kötüler"in içerisinde iyi olmaya çalışan ve babalarının ekmek çıkardığı mayın korkusundan "oyun"lar çıkartan çocukların bağrında birer yara gibi dursa da, içlerinde yine de neşe vardı...
Kaçakçı çocukları yorgun argın eve döndüklerinde ve içlerine eski kıyafetler (!) doldurulmuş döşeklere uzandıklarında, Ahper Dağı'nın tepelerinde, adeta "Kolcu- kaçakçı", ihbarcı-jandarma ikilemindeki ihanetlere de vurgu yapan, o efkarlı gazellerin son haykırışları duyulurdu;
"Duyan yok söyleme başında bin türlü bela olsa...
Emin olma ki sakın, bir şahsa, hatta evliya olsa...
Sokar akrep gibi fırsat bulunca akraba olsa...
Bütün ebnay-ı adem zehirli mare dönmüştür!.."