İstanbul deler de geçer
Gaziantep'te yedek subayım. Erat gazinosunda film var. Uğrayıp bir bakayım dedim. Bir yandan beyazperdeyi izliyorum diğer taraftan Ahmet Muhip Dranas'tan dizeler aklıma geliyor:
"Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi, bir giz…
Her zaman sonsuz elbet, İSTANBUL bu.
Körelen belki de biziz... Kalbimiz."
Gerçekten de çocukluğum ve gençliğimde başka bir şehirde yaşamayı hiç hayal etmedim. Sonradan da etmedim ama, hayran olduğum bu şehrin, takdir fukaralarının orta malına dönüşmüş olmasından, hüzün duyuyorum.
Bu duygulanma bana Samih Rıfat'ın Tarkovski'den yaptığı bir alıntıyı anımsatıyor:
"Geçmiş bir bakıma, içinde yaşadığımız zamandan çok daha gerçektir; en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Zaman akıp gider, yiter. Parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Maddesel ağırlığına ancak anılarda kavuşur."
Nereye gitti
Hikmet Feridun Es, Erdoğan Tokmakçıoğlu'ndan sonra Aydın Boysan Hakk'a yürüdü.
Tek tük de olsa beni eleştirenlere bir önerim var. Haksızlık yapmasınlar. Vedama fazla zaman kalmadı inancındayım. Hissediyorum.
Ne demişlerdi
Gençliğimi geçirdiğim İstanbul'a haksızlık yaptığıma inanıyorum. Boysan ağabeyimin dediği gibi "fazla översem hep kaybederim" diye ürküyorum.
İlk söz eden
Bu şehirden en eski tarihçi/coğrafyacı Strabon söz etmiştir. MÖ 64 -MS 24 seneleri arasında yaşadı. Roma İmparatorluğunun büyük bölümünü adım adım gezdi. Geographika'nın yazarıdır. Haliç'e Altınboynuz adını takan da odur.
Bir başkası
Daha sonraki senelerde, 4. Haçlı seferinde Kont de Villehadanin İstanbul'u fark ettiğinde manzarayı şöyle anlatır:
"O denli güzeldi ki, ömür boyu unutulmazdı."
Bu sözlerin sahibi olan kişi "İstanbul'u yağmalattırma emri veren" kimsedir.
Daha sonraki yıllarda bir İstanbul izlenimi, ünlü Alman araştırmacı ve coğrafyacı Alexander Von Humboldt'a aittir. Güney Amerika dahil bütün dünyayı gezmiş olan Humboldt bir kısım gezi sonuçlarını çok ince bir edebiyat diliyle yazmış olduğu 30 ciltlik görkemli bir dizide toplamıştır.
Humboldt'a göre dünyada üç güzel şehir vardır: Rio de Janeiro, Napoli ve İstanbul. İstanbul bu öyküleri o zaman gerçekten hakkediyordu.
İlle de sur içi
Tarihte asıl İstanbul hep, kadim sur içi şehri olmuştur. Sur duvarları Marmara denizine dalan İstanbul, Sarayburnu'ndan başlayarak batıya doğru yavaşça yayılan tepeleriyle biçimleniyordu. Bu tepeleri önceleri Ayasofya ve kiliseler süslüyordu. Daha sonra da eklenen cami ve minareler taçlandırdı. Önceleri Galata, İstanbul'dan kopuktu. Beyoğlu, Galata'ya ancak 19. yüzyılda yapışarak büyüdü. Boğaziçi köyleri birbirleriyle bağlantısızdı.
İstanbul, Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi olmuştu ama, boyutları ve karakterini 2 bin yıl korumuştu. Hem de 1950 yılına kadar. Tarihte ilk kez 1950 senesinde milyonu aşan nüfus bir yandan, politikacılar öbür taraftan şehri bugünkü boyutlara getirdiler.
Eskilerden kalma
Karadeniz'in kuzeyinde bütün gövdeleriyle birbirine yapışan Avrupa ve Asya sanki bu denli açık birleşmeden utanmış gibidirler. İstanbul'da Boğaziçi'nde sanki saklambaç oynar gibi birbirlerine şaşırtma verirler. Yaklaşıp yaklaşıp uzaklaşırlar. Ama kaçmazlar. E, haliyle, koskoca iki yeryüzü kıtasının birbirine cilve yapması başka nasıl olabilir?
Sürekli biçimlenme
İki yandaki tepelerin yükseklikleri, kıvrılışları kafaya ve yüreğe öyle bir hitap eder ki, Boğaziçi'nde yaşayan bir insan kendini kapanmış, bütünleşmiş bir mekanda hisseder. Mekan diye işte buna denir. Arada delikleri olsa bile insanları sarıp sarmalar.
Değer ölçüleri
İstanbul'un adı Dersaadet iken "mutluluk mekanı" idi. İstanbul'a gereken doküman aranmamıştır. Sadece kentin sakinlerine fizyonomileri yeterli idi. Şimdi tahta bavulunu sırtına vuran içeri dalıyor.
Şehirler planlanarak yapılır. Demokratik haklar yaftayla atılır. Bu, uygarlık gerçeğini inkâr ettirmez. Bu nüfus yığılması önlenemez miydi? Elbet mani olunurdu. Artık geçmiş olsun...
GÜNÜN SÖZÜ
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl ü bahâdır. Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır. Nedim