Irak’ta olanlar Tahran ile bağlantılı mı?
Amerikan Ordusu’nun Irak’tan çekilmesinden hemen sonra şii Başbakan Maliki’nin Cumhurbaşkanı yardımcısı sünni Haşimi’yi Irak’taki terör olaylarına karışma suçlaması ile tutuklatmak istemesi kriminal ve hukuki değil, siyasi ve jeopolitik bir hamledir. Bu hamleyi sadece Irak’taki sünni-şii dinamiklerin çatışması çerçevesinde izah etmek çok yetersiz olur. Böyle bir stratejik hamlenin Tahran’a danışılmadan yapılmış olması ihtimali çok düşüktür. Çünkü bu hamle basit bir tutuklama değil, şii Arapların sünni Araplara savaş ilanıdır.
Tahran’ın böyle bir hamleye destek vermesi ise Suriye’de yaşananlardan bağımsız olarak düşünülemez. İran böylece Batı’nın Suriye’de Beşşar Esat’ı iktidardan uzaklaşmaya zorlayarak, Suriye’yi bir iç savaşa sürükler ise Irak’ın da kısa sürede iç savaşa sürükleneceğini göstermiştir. Irak’ta bir iç savaş çıkması durumunda, Tahran, Suriye’deki iç savaşa daha rahat müdahale edebilecektir. Çünkü, Irak iç savaşında daha geniş ve etkili bir alanı şii Araplar denetim altında tutacaklardır. Irak’taki iç savaş ise Türkiye’nin dikkatini olağanüstü bozacaktır.
Irak’ta bir iç savaş çıkması her şeyden önce Türkiye’yi çok zor durumda bırakacaktır. Tahran bu hamle ile Ankara’yı Suriye politikasını bir kez daha gözden geçirmeye itmek istemektedir. Gerek sünni Arapların gerek şii Arapların yaptığı açıklamalar da Ankara’ya “sen de bu sürecin içerisindesin” mesajını vermektedir. Haşimi, Türkiye’yi yardıma çağırırken, Maliki de Haşimi’nin terör eylemleri ile suçlanan korumalarının Türkiye’de yetiştirildiği açıklamasını yapmaktadır.
Öte yandan Irak’ta bir savaş çıkar ise İran, Suriye’yi kaybetse bile Güney ve Orta Irak’taki pozisyonu itibariyle iç savaş sürecinde güçlenecektir. Orta Doğu bölgesi binlerce tuzakla dolu, dostun hemen düşman, düşmanın hemen dost olabileceği bir alandır. Düşünülemezin olması ve HAMAS’ın FKÖ ile birleşmesi bunun en somut örneklerinden birisi değil midir?
Türkiye’nin ve AKP Hükümetinin 2010’a kadar Orta Doğu politikası ana hatları ile doğru bir politikadır. Çünkü bu politika, AKP iktidara gelmeden önce Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın cenazesine cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in katılması ile başlamıştır. Suriye ile ilişkilerin gelişmesi, Orta Doğu ile ticaretin artması, Türk yumuşak gücünün Arap ülkelerinde etkili olması bu siyasetin olumlu çizgileridir.
Bu politikanın devam etmesi durumunda Türkiye’nin Orta Doğu’da demokrasinin gelişmesine katkısı, Batı’nın emperyalizm ihracı şeklinde değil, toplumsal dönüşümün zamana yayılarak gerçekleştirilmesi şeklinde olacaktı. Ancak Fransa’nın Libya’ya saldırının öncülüğünü yapması ile birlikte, Türkiye’nin Orta Doğu politikası tamamen değişmiştir. NATO’nun Libya’ya müdahalesine kısa bir direnişten sonra AKP Hükümeti, Orta Doğu politikasını tamamen ABD/AB eksenine oturtmak zorunda kalmıştır. Ve bugün izlediği çizgi Türkiye’nin menfaatlerinden çok Batı dünyasının menfaatlerini temsil etmektedir.
Bu politika Türkiye’ye ABD başta olmak üzere Batı dünyasından alkış getirmektedir, ancak Türkiye için büyük tehlikeleri de içinde taşımaktadır. Irak’ta başlayan süreç bunun sadece ilk adımı olabilir. Türkiye kendi menfaatleri uğruna gerekir ise savaşabilir. Ancak bugün Orta Doğu’da devam eden süreç sonuçta Türkiye’nin menfaatlerinin gerçekleşeceği bir süreç değildir. Ankara, “madem karşısında olamıyorum, hiç olmaz ise yanında olarak bir kazanç elde etmeye çalışayım” şeklinde gelişmelere yaklaşmaktadır. Ancak Türkiye’nin temel menfaati, Orta Doğu’da sınırların değişmemesi, rejimlerin ise yavaş yavaş toplumsal dönüşümün parçası olarak demokratik dönüşüm sürecine girmesidir.