İnşallah “son mektup” tur gerçekten

Kahrolsun içimdeki anlayıp dinlemeden yazamayan hakkaniyetli insan modeline!
***
Görmeden, bilmeden, kulaktan dolma yağıp esmeyelim dedik, hakikaten de söylendiği gibi bir “mucize(!)” ye imza atıp -bir savaşı, o savaşın kaderini değiştiren komutandan soyutlayarak anlatabilmek olağanüstü kabiliyet gerektirir çünkü-, “Atatürk’süz Çanakkale” filmi çekebilmeyi başarabilmişler mi?.. Tetkik için Son Mektup’u izlemeye gittik;
122 dakika!
Lastik gibi uzayan, bitmeyen film yapmışlar arkadaş!
Her şeyden önce bir dakika ayakta alkış istiyorum “işin aslı”nı anlama-anlatma uğruna sergilediğim bu fedakarlığa!
***
Teşekkür ederim.
Şimdi gönül rahatlığıyla “gala izlenimleri” faslına geçebilirim:
Bir kere alışılmışın dışında.
Misal: Bütün ikram tepsileri dolu!
Öyle kanepeyle filan geçiştirilmemiş; minik hamburgerler, soslu tavuklar, turtalar, rengarenk sütlü tatlı bardakları ve dahi envai çeşit leziz atıştırmalık dolanıp duruyor kalabalığın arasında. Ama tuhaf, tenezzül eden neredeyse yok gibi. İçkiler, pardon içecekler de öyle; barın üzerinde süzülüp duruyorlar ama tek tük müşterileri var.
“Yeni Türkiye” de, “Türkiye Cumhuriyeti” nden farklı olarak “aç insan” yok galiba!
Şaka değil; “balkonlu ev tipi” anatomileri bile bir gösterge! (Ki, boğaz-mide arası duble yola “haram” bulaşmışsa mesela, hiç de imrenilesi bir hal değildir bu ’aksırıncaya tıksırıncaya kadar yemiş de inkar etmemiş toplum modeli’!)
“Alışılmışı ne ki” derseniz...
“Son Mektup”, “muhalif duruşu olan” bir yapım olsaydı mesela... “Kitle”nin “bedava yemeği” öğütme hızı karşısında insanoğlunun piranalaşmasına dair roman bile yazardık;
Kınamıyorum, -bu ülkenin en yetenekli yazarlarını, çizerlerini, beyinlerini, sanatçılarını işsizlikle terbiyeye çalışan iktidar utansın- boğma teliyle soluksuz bırakılan insanlar başka ne yapsın, mecbur, açlık!
***
Sonra yine “alıştığımız” galalardan farklı olarak oyuncunun da adı yok -daha doğrusu adı var da sanı yok- burada.

Baktım, filmin -bence- tek sabrımızı sınamayan tarafı olan Tansel Öngel ve rol arkadaşları kalabalığın arasında kaybolup gitti film bitiminde; “yıldız gibi parlamaları” gerekirdi, ama girişteki “elitist havalarını” yerle yeksan eder şekilde kapıya “hücum” eden Yeni Türkiye vatandaşları tarafından neredeyse ezileceklerdi;
İki dakika müsaade yok, yol verme yok, nezaket yok.
Belli ki “Özhan Eren’den gerisi teferruat” o mahallede.
***
Gece boyunca konukları ile Eren arasında en sık tekrarlanan cümle öyle zannediyorum ki “Allah razı olsun” du;
Olur mu bilmem!
Kul hakkı yemek malum büyük günah, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki hakkı da inkar edilemez ya o bakımdan diyorum!
***
“Türk sinema tarihinin en yüksek bütçeli yapımı” diyorlar Son Mektup için; sadece Kültür Bakanlığı 1 milyon 750 bin liralık “destek” sağlamış. THY, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Avea, İÇDAŞ... Katkı koymayan kamu kurum/kuruluş, iştirakının hatırı kalmış; bildiğiniz kapı gibi “devlet” var filmin arkasında; ama kurucusu yok!
Onca paranın hakkını vermiş ama... Bas bas “ben pahalıyım, ben zenginim” diye bağırıyor film her sahnede! 7/24 kan revan içindeki hemşirelerin kıyafetleri sakız gibi maşallah. Ara ara kan sıçramıyor değil ama -zengin olunca yapım tabii- bir sonraki sahnede derhal yepyeni bir üniforma geçirmiş oluyor hemşire kızlarımız sırtlarına; büyük Osmanlı, ulu ecdad, cephede kaçar takım kıyafet tahsis ettiyse artık memuruna! Keza askerlerin üniformaları... Yaması, yırtığı bile yeni olur mu! Eskimiş potinleri bile gıcır gıcır... Ben ömrü hayatımda Son Mektup’taki kadar şık yoksulluk, konforlu yokluk görmedim!
***
Film, adına, pazarlanan hikayesine sadık kalınarak, sadece Yüzbaşı Salih Ekrem’le, hemşire Nihal’in aşkını taşımış olsaydı beyaz perdeye -paranoyak değiliz çok şükür- tutup da hani nerede Mustafa Kemal, o tanıştırsdaydı, o kavuştursaydı filan diyecek halimiz yoktu.
Ve lakin...
Siz;
Kahraman teyyareci de olsun, Nusret Mayın gemisi de olsun, fedakâr kaptanı da olsun, Rumelili topçu da olsun, Yemenli gönüllü de olsun, Türklerin yaralarını sarmak için çırpınan Alman hemşire de olsun, Azerbaycan’lı hemşire de olsun, küçük gazi de olsun, bolca şehit de olsun, öksüz asker kızı da olsun, Queen Elizabeth de olsun, yıkılan minare de olsun, batırılan gemi de olsun, “pislik düşman teyyarecisi” de olsun, gaza nutukları da olsun, elinde Kur’anla ortalıkta dolanan imam efendiler de olsun, yabancı gazeteciler de olsun, sponsorumuz nihayetinde halkımızın sığındığı bir Ziraat Bankası da olsun diye Çanakkale Savaşı’na dair bugüne kadar anılmış kim, ne varsa hepsini filmin bir yerlerine monte edip de Mustafa Kemal’i, dam üstünde saksağan misali, bir aşk mektubunun satır arasına hapsetmeye kalkışırsanız;
Kusura bakmayın, kimseleri “iyi niyet” inize inandıramazsınız!
***
Sonra neydi o komutanlar, askere “Sizler! Günümüzün Selahaddin’leri, Hamza’ları, Bedrin arslanları, Uhud’un kaplanları...” diye cesaret yüklemesi yapıp bunun bir “cihad” olduğunu anlatırken fonda müttefikimizin “haçlı teyyare” sinin arzı endam edişi, bu konuşmayı huşu içinde, gözleri dolarak dinleyen Alman askerleri filan...
Kesik kollar, bacaklar, inleyen insanlar, sallanan bayraklar, son nefesini verirken çırpınanlar, parçalanmış bedenler, şehitler, gaziler, kan, kan, kan; milliyetçi duyguları sonuna kadar “kullanmışlar” ;
Gelin görün ki bir türlü “milli” olamamışlar!
Dilerim film adı gibi, Türk Milleti’ne duygularıyla oynamak suretiyle yeni bir hafıza kurgulamak üzere yazılan “son mektup” olur!
Hayır beyhude çaba;
Atatürk’ü gönlümüzden söküp atmak gibi bir “olmayacak” dua uğruna, fakir-fukaranın rızkını atıyorsunuz sokağa!
Günah...

Yazarın Diğer Yazıları