İlber Ortaylı da Ertuğrul Özkök de yanılıyor!
Ertuğrul Özkök’le Tarihçi İlber Ortaylı arasında başlayan “Kim Beyaz Türk” tartışması dalga dalga yayılıyor.
Prof. Dr. Ortaylı, piyanist İdil Biret ile Osmanlı torunu Neslişah Sultan’ı örnek gösterip, “Beyaz Türk işte bunlar gibi olur” diyor.
Her iki hanımefendiye saygımız var.
Var da benim “Beyaz Türk” anlayışım çoook farklı, çok. Benim beyaz Türk’üm bifteği illa da sağ elindeki bıçakla kesip sol elle tuttuğu çatalla ağzına götüren ve kendini Batılılar arasında “Okyanusta Yunus” seccadede karaya vurmuş balık gibi hisseden Türk kadını değil.. Bana onlar “beyaz” değil de “gri” geliyor her nedense..
Ben de Ortaylı gibi “İki Hanımefendiyi” Beyaz Türk örneği takdim etmek istiyorum, müsaadenizle..
I
Prf. Dr. Saffet Solak’tan bir anlatı:
Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım yere, Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim, bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.
Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum. Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak:
“Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?” dedim.
Hacı anne:
“Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz” dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
“Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?”
Hacı anne:
“Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ‘ışığı yanan bir ev’ bulsun diye bekliyoruz.”
Konya Ovası’nda, ya da bir başka yerinde Türkiye’nin, trenden inen yabancılar için
“Işığı yanan evler” yerinde hâlâ duruyor mudur? Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar yaşıyorlar mı?
II
Balıkesir’de Ali Sururi İlkokulu karşısındaki boşlukta, eski ayakkabı tamircisi, kır, pala bıyıklı bir ihtiyar olan Cevdet (Alkalp) dede vardı. Bir akşamüstü konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. Ve devam etti... “Rahmetli babam, Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı... Çocukluğumuz hep ekmek peşinde, sıkıntıyla geçti. Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve
- Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
- Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
- Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çağır ha..!
Derdi.
Anam babamı bekledi durdu.
Büyüdüm, dükkân açtım.
Annem yine her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler ve
“Baban gelirse beni çağır ha” diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve “baban gelirse beni çağır ha!.” diye tembihlerdi.
Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helâlleşti. “Bana iyi baktınız, hakkınızı helâl edin” dedi.
Bana döndü yavaşça:
“Baban gelirse ona, Annem hep seni bekledi de!” dedi ve birden irkilerek doğruldu; kapıya doğru gülümseyerek: “Hoş geldin bey. Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.”