II. Musaddık operasyonu

Son İran Şahı’nın ABD’de yaşayan oğlu Rıza Pehlevi, “Sivil itiaatsizlik senaryosuna her zaman inandım, ancak bu uluslararası toplumun yardım ve desteği olmaksızın mümkün değil. Özgürlük, insan hakları ve demokrasi savaşlarında dünyanın destek olma zamanı geldi” demiş.
Bari sen sus be adam! Bu söylediklerin olsa olsa, İran’da yeniden karanlık bir oyun oynandığına delil niteliği taşıyacak. İran toplumun özgürlük, demokrasi adına samimi tepkileri, talepleri gölgelenecek.


Amerikan darbesiydi
ABD Başkanı bile, Kahire konuşmasında, ‘Musaddık darbesi’nden dolayı, ‘demokratik biçimde seçilmiş bir yönetimi darbe ile devirmemiz hataydı’ diye özür diledi. Yine de, olayı kısaca hatırlayalım; milliyetçi lider Musaddık 1951’de Başbakan olduktan sonra İran petrollerini millileştirmeye girişti diye, İran Şahı’nın desteğini alan İngiltere ve ABD tarafından darbe indirilmeye çalışıldı. İlk darbe başarısız oldu, Şah apar topar Roma’ya kaçmak zorunda kaldı. Ancak ikinci girişim başarılı oldu ve 1953’ten 1979 İran İslam devrimine kadar devam eden Şah diktatörlüğü geri geldi. Bu Ortadoğu’nun yakın tarihinde dönen dolaplardan sadece biridir, ama en çok ipi pazara çıkmış olan ve ibretlik bir olaydır. Hikâyenin detayları için lütfen üşenmeyin Stephen Kinzer’in 2003’de yayımladığı ‘Şah’ın Bütün Adamları-Amerikan Darbesi ve Ortadoğu’da Terörün Kökleri’ başlıklı kitabını okuyun.
Tüm bu karanlık tarihe rağmen, Şah’ın oğlu kalkmış, ‘sivil itaatsizlik’, ‘demokrasi mücadelesi’ falan diyor. Peki, o öyle diyor diye İran’da olanlara yeni bir ‘Musaddık darbesi’ gözüyle bakabilir miyiz? Bence bakmayalım, tarih hiçbir zaman ‘aynen’ tekerrür etmez. Ama, İran’da protesto eylemlerini bir ‘renkli devrim’e çevirme hevesinin olmadığını da kimse iddia edemez. Ne de olsa devir değişti, yöntemler de farklılaştı. Bakın, Batılı haber ajanslarının kullandığı dile dikkat edin. Muhabirlerin protestocularla kurduğu telefon bağlantılarında, ‘Peki nasıl örgütlenmeyi düşünüyorsunuz?’ gibi soruları bu hevesi fazlasıyla açığa çıkarmıyor mu?
Diğer taraftan, bırakın seçimlerin hileli olup olmadığı tartışmasını, bir ülkede halkın yüzde 60’ı veya üstünün bir parti veya lideri başa getirmesi, geri kalanın hiçbir talebi, tepkisi olamaz demek değil. Ama, tepkilerin yine demokratik yollarla dile getirilmesi dışında yol var mı, olabilir mi? Ayrıca, sokaklara dökülüp, renkli devrim pazarı kurulan ülkelerin sonradan ne hale geldiğini de gördük. Bakın Ukrayna’ya, bakın Gürcistan’a. Saakaşvili kaçacak delik arıyor, bir zamanlar onu siyasi deha ilan edip destekleyenler, işler ters dönünce beceriksiz, yeteneksiz muamalesi yapıp ortada bıraktılar.
Sonuçta olan, oluşan siyasi istikrarsızlık ortamında, o ülkelerde yaşayanlara oluyor.


Renkli demokrasi tuzağı
Batı’nın ‘demokrasi kriteri’ giderek, demokratik kuralların, istenilen adamlar seçilirse kabul edilip, o olmazsa işi oyunbozanlığa vurmaları haline geliyor. Bu sadece adaletsiz değil, dünya halklarını demokrasi fikrinden soğutacak çok tehlikeli bir gelişme.
Ortadoğu toplumları, otoriter siyasetlerin popülizmle buluşması gibi ciddi bir sorun yaşıyor, bunu inkâr etmek mümkün değil. Ancak, bu sorunun çözümü en hafif deyimle oyunbozanlık olmamalı. Ayrıca, kim ne derse desin, her şeye rağmen İran bölgenin en demokratik ülkelerinden biri. Seçim öncesi ve sonrası gösterilerin benzerini başka hangi Ortadoğu ülkesinde görebilirsiniz? Bu sorunun cevabını, bu konularda kalem oynatan herkesten bekliyorum.
En önemlisi, İran’daki mevcut demokrasi alanı, renkli faaliyetler adına suiistimal edilir veya böyle bir görüntü oluşursa, rejim daha da sertleşecek ve bu alan daralacak. İran’daki demokratik talepler ve tepkilerin ifadesi bu yönde bir gidişe hizmet etmemeli. Ama, amaç, göstere göstere böyle bir hava yaratıp, müdahele zemini oluşturmaksa o başka.
* Nuray Mert / Radikal


++++++

Radikal de sızdırdı:

Nefretin belgesi
O belge neyin nesi?
Darbe planları mı var?
Suçüstü mü yapıldı?
Bakın, bir gazeteci yazmış... Köşesinde.
“Arabayla Boğaz’da ilerliyorduk, Kalender Orduevi’nin orada trafik kilitlendi. Ben de, fırsat bu fırsat, Kalender Orduevi’nin bahçesinde yemek yiyen insanları izledim. İfadelerini... Çok tuhaftı. Hepsinin de yüzünde sert, snob, her an haddini bildirmeye, hizaya sokmaya hazır bir ifade vardı. Sanki vazife başındaydılar, hazıroldaydılar. Sanki bir örnek maskelerden takmışlardı ve de kaş kavisleri, dudak çizgileri, memnuniyetsizliklerinden başka bir de hep o üstten, ayrıcalıklı, kıymeti, kudreti, kerameti kendinden menkul hali vurguluyordu. Hemen diplerinden denize atlayan gençlerden de, kaldırımda sevgilisiyle el ele yürüyen pardösülü kızdan da tiksiniyorlardı herhalde... Olsa bir sopa ellerinde, hepsini nasıl da hizaya sokarlardı. O ifadeler öylesine değil... Masum değil. Orduevi misafirleri, akrabası bulunanlar bile yukarıda görüyor kendini bizden ha? Vay be! O ifadeler aslında pek çok şeyi anlatıyor... Taraf’ta yayımlanan son korkunç programları bile.”
Suçüstü yapmış yani. İfadelerini almış. Çok nefret gördük ama... Böylesini ilk kez görüyoruz. Bana kalırsa, Genelkurmay’ın bu yazıyı çerçeveletip, orduevlerinin kapısına yapıştırması lazım... Ki, artık sadece üniformalılar değildir hedef; eşleri, çocukları, akrabaları.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet


Yine süzme yoğurt, çerkeztavuğu, gavurdağı, çiğköfte, lahmacun, haşlama içli köfte, humus, yuvarlama, antep dolma, soğanlı kebap, oruk kebabı, fıstıklı kebap, baklavayı götürdüyse hazımsızlığı nüksetmiş olabilir!

++++++

FİSKOS...
Tehditle olmaz

Yaşar Büyükanıt, iki yıllık sessizliğini ilk kez bozdu ve Milliyet’ten Fikret Bila’ya şunları söyledi:
“Konuşmam konusundaki kampanya devam ederse, yargıya başvuracağım.”
Büyükanıt benden daha iyi bilir ki; “devlet meseleleri”ne kadar “gizli” olursa olsun, tutanaklara geçer... Fiskos yaparak devlet yönetilmez!
“Ne konuştunuz, açıklayın” diye soranları dava etmekle tehdit ediyor. Böylece olayı biz gazeteciler için çok daha çekici ve esrarengiz bir havaya getiriyor.
Konuşulan konu “özel” değilse ve meşru zemindeyse neden açıklayamıyor?
* Mustafa Mutlu / Vatan


++++++

İstanbul’un 2010 imajında sapkınlık ve islam YAN YANA!

Ahmet Altan’a mı hazırlattınız?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere, ilçe belediyeleri, müzeler, Kültür Bakanlığı yetkilileri, üniversitelerin güzel sanatlar bölümünden akademisyenler bir araya gelip İstanbul’a “2010 Avrupa Kültür Başkenti” imajları tasarlıyor.
Bu dev kadronun yurtdışı için hazırladığı afişin başlığı şu: “Meet the Roots of Fun.” Yabancıları, eğlencenin, zevk-ü sefanın kökleriyle buluşmaya çağırıyor. Alt metinde, Türkçe anlamıyla, “Bu toprağın insanları her zaman eğlenmenin en iyi yollarını bildiler. Eğlencenin başkentine büyüleyici bir yolculuk yapın ve Eğlence İmparatorluğu’nun torunlarının bu mirası nasıl sürdürdüğüne tanık olun.”
İstanbul 2010’un yurtdışı tanıtımı için hazırlanan afişte, Osmanlı’yı tam bir sefa ayininde görüyoruz. Çalgıcılar, oynak dansözler, çıplak cariyeler, itaatkar köleler, güreş tutan erkekler, güreşçilere doğru bakan saray oğlanı giysili bir başka “parlak” erkek ve en sonda cariyesinin köpüklü bira sunduğu padişah, geçmişle bugünü anlatan bu sefa ayininin bize ait unsurları olarak tasvir edilmiş. En solda, bu şehvet ortamına hışımla dalmış bir Avrupalı şövalye dikkati çekiyor. Sefa sahnesindeki tek başı dik karakter. Silahlı, belli ki savaşmaya gelmiş. Karşısında, İstanbul’u bir fahişe misali zevk vaat ederken buluyor. Medeniyetler buluşmasında bize düşen rolü öğreniyoruz.
Cumhuriyet dönemi, koskoca bir ülke ve yeni insan yaratma mücadelesi, yaratılan yapıtlar, tarih, birikim; bunların hiçbiri yok.
Bazen ülkemizin bu “ılımlı İslamcı” tayfasının elinde İran olmasından korkuluyor. Hayır, İran Mollaları, kendi medeniyetlerine bu kadar saygısızca yaklaşmamış, onu bir turistik mal haline getirmek üzere böyle rezilce çarpıtmamışlardı.
AKP dönemi İslamı’nın farklı bir anlayışa sahip olduğu burada bir kez daha görülüyor. Yoksul mahallelerine tarikat ve taassub salgılarken, Batılı şövalyeleri zengin kent merkezlerindeki zek-ü sefaya davet ediyorlar.
İnsanın aklına şu soru geliyor: Avrupa Kültür Başkenti’ne hevesle gelecek bir bol paralı “yatırımcı”, cariye, oğlan ve sert erkekler aramaya başlayıp huzursuzlanırsa Kadir Topbaş ne yapacak?
* Odatv.com

++++++

Sızdıran da yayımlayan da suç işledi
Başbakan pazar günü Urfa Kongresinde “Partimize karşı yapılan bu gayri hukuki sürece seyirci kalamayız” sözleriyle belgenin sahteliğini ilk günden ihtimal dışına itiverdi.
Medyanın bir kesimi Taraf’ın haberinin yayımlanmasıyla birlikte TSK’ya yaylım ateşini başlattı.
Toz duman arasında şu soru da fazla sorulmuyor:
Bir şüphelinin ofisinde ele geçirildiği bildirilen belge neden savcılıktan önce Taraf gazetesine aktarılıyor?
Hem belgeyi sızdıranlar hem kurulduğundan beri TSK’yla savaşı misyon edinmiş olan Taraf gazetesi suç işlemiş durumda... Ancak malum, iktidarın işine yarayan tertipler bir süredir suç da olsa meşru sayılıyor!
* Melih Aşık / Milliyet

++++++

11. soru Baransu’ya...
“Başbuğ görevden alınsın” diyen Ali Bayramoğlu kadar olmasa da, iştahı kabaran yazarlar arasındaki Fehmi Koru, Genelkurmay’a, 10 maddelik açıklamasına nazire yaparak “10 basit soru” yöneltmiş. O kadar uzatmaya ne gerek var? Cevabı dürüstçe verilecekse, tek soru kafi. Karargah Evleri soruşturmasından, Dağlıca-Aktütün baskınları ve Ümraniye operasyonlarına kadar ne kadar gizli belge, bilgi, iddia varsa mıktanıs gibi çeken Mehmet Baransu’ya, Koru’nun “abi” edasıyla, kısaca “Ne ayaksın canım kardeşim?” demesi yeter artardı ne olup bittiğini anlamaya...


++++++

MİNİ YORUM
Şaşırmak alışmaktan iyidir
Yazık ki ‘çok alıştığımız’ için bunca şeye şaşıramıyoruz. Bırakın “bana ait değil” dediği belgelerden ötürü medyadaca boynuna yağlı urgan geçirilmesi, gizli kalması gereken tek hecenin bile ‘ordu’nun güvenlik duvarını delip geçmesi karşısında dilimizin tutulması gerekirdi. Öyle olmadı. Asıl tehdit bu. Tehdit, toplumun, kurumlarının gölge oyunu figürlerine dönüşmeyi kabullenmesi. İpleri başkasının elinde, kukla...

Yazarın Diğer Yazıları