İçi başka, dışı başka...
Milli Gazete “Açılımın anahtarı İslam’dır” dedi ama, gazetenin yazarı Dr. Ebubekir Sifil’e göre, küçük cemaat menfaatlerini din kardeşlerine tercih eden yapılanmalar varken ‘dinde birlik’ çatı olamaz!..
Milli Gazete’in milli birlik, bütünlük, barış, sevgi, hoşgörü, kardeşlik projesinin anahtarının ancak ve yalnız “İslam” olduğunu vurgulayarak, “Açılımın anahtarı İslam” manşetini attığı dün, gazetenin 15. sayfasında Dr. Ebubekir Sifil imzalı ilginç bir yazı yayımlandı.
Buna göre “Rıhle” dergisinin bir cemaat tarafından yürütülen dağıtımı, “Dinlerarası Diyalog” eleştirileri yüzünden sona erdirilmişti.
Bu olaydan yola çıkan Sifil’in tespiti çarpıcıydı:
“Kendi küçük cemaatinin öngörülerini, hedeflerini, hareket metodunu, kabul ve redlerini herşeyin önüne geçiren bu anlayış sebebiyle ümmet fertleri kimi zaman da farklı odakların dümen suyundayalpalamaktan kurtulamıyor. Kendi öngörü ve düşünceleriyle paralel hareket eden söz konusu odakları, kendi kardeşlerine tercih eden müslüman cemaatler görmek bu bakımdan hiç birimize şaşırtıcı gelmiyor.”
İslamiyet’in “kendi kardeşleri”ne karşı “menfaat odakları”nı tercih eden yapılanmalarca, örümcek ağı gibi kuşatıldığı, hem de kendi sayfalarından ilan ediliyorken, Milli Gazete’nin “İslam’da çatışma olmaz” iddiasıyla ortaya çıkması ve “buyrun burdan açın” demesi çelişkilerin en büyüğü değil mi?
Aynı fikir sisteminden beslendikleri grupları dahi, en ufak bir görüş ayrılığında dışlayanların tekellerine almaya çalıştıkları “inanç dünyası”nda mı “bir ve bütün” olacak Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, başörtülüler, başörtülü olmayanlar...
Milli Gazete’nin bizzat kendi köşe yazarı tarafından çürütülen “çözüm önerisi”ndeki tek sakatlık bu da değil.
“Açılım sürecinin askeri ekonomik, siyasi olarak sürekli seküler bir zeminde tartışılması tepki topluyor. Bin yıldır din kardeşi olan Müslüman Türkler ve Kürtler soyut bir ”halkların kardeşliği“ sloganı yerine ”inananların kardeşliği“ çatısı altında buluşmalıdır” diyor sihirli formülün mucidi olan Ahmet Zeki Gayberi. Ona kalırsa “İslam tarihinde hiç iç savaş yok”, dolayısıyla “bir ve bütün” olmaktan söz ediliyorsa bunun sembolü “vatan”, “bayrak”, “dil”, “ülkü birliği”, “ortak tarih”, “şuur” gibi “milletleşmeyi” sağlayan bütün diğer unsurlar değil de bir başına “din” olmalı. “Çünkü tarihin hiçbir döneminde Müslüman toplumlar arasında Batı’da olduğu gibi din ve etnik köken temelinde kitlesel savaşlar yaşanmamış...”
Milleti kör sanmak
Bu satırları yazanın da, ‘milletinin zihnine nakış gibi işleriz’ düşüncesiyle manşete taşıyanın da milleti kör, alemi sersem sandığına şüphe yok!
Müslümanlar içinde hiç iç savaş çıkmadığı için mi, halifeliğe göz diken Muaviye, Hz. Ali’ye karşı savaşı kazanamayacağını anladığında askerlerine “Her kimin yanında mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın” emrini verdi. İslam halifesine karşı Kuran yapraklarının takılı olduğu oklarla saldıran Muaviye Bizans hükümdarı, Emeviler Haçlı Ordusu muydu?
O zaman savaş meydanında Hz. Ali’nin “Bu bir hiledir. Bununla sizin aranıza ayrılık düşürmek ve birliğinizi bozmak istiyorlar” çırpınışı neyin nesiydi? Ama nasıl tahmin edemedik; yoksa o da mı provokasyondu!!!
Daha fazla Müslüman kanı akmaması için hakemlere başvurulan “tahkim konferansı”ndan uzlaşma yerine ayrışan bir grubun daha çıkmış olması mı “din çatısı”nın birleştiriciliğine örnek? “Baş olma” hırsı bir halifenin “sakalını başının kanıyla boyama” andı içilmesi noktasına varmadı mı? Müslümanlar ibadethanelerinde halifelerine lanet etmedi mi?
Kemiklerine basıyoruz
Kabe’yi mancınıklarla taşlattığı iddia edilen Yezid dahi “İslam halifesi” ünvanını almadı mı?
Irak valisi Haccac b. Yusuf öldüğünde zindanlarında 50 bin erkek ve 30 bin kadın vardı; tümü de Müslüman!
Abbasiler kurulurken, bir İslam Devleti olarak yıktıkları Emeviler de bir “islam devleti” değil miydi? Kuteybe Harezm’de kafa koparırken, Yezid eli kolu bağlı 12 bin Türk’ü kılıçtan geçirirken, saltanat “Arap olmayan Müslümanlar”ı köleliğe mahkum ederken o anahtar neden açamamıştı “birliğin” kapısını?
Hergün üzerine bastığımız toprak Kuyucu Murat Paşa gibilerin gömdüğü Müslümanlar’ın kemiklerini örtmüyor mu? On binlerce Türkmen; Müslüman Türk, Üsküdar sahiline dökülürken, kat be kat fazlası Anadolu’nun dört yanında kıyılırken, katillerinin ellerindeki ölüm fermanlarının adı “fetva” değil miydi?
Başpsikoposu Palamas’la “fikirlerinde birleşme” münazaraları yapan hoca efendiler değil miydi Yavuz’la Şah İsmail’i birbirine kırdıran? Şah İsmail’in daha az Müslüman olduğuna kim karar verdi? Kim ahirete bırakmadı sorgusunu ve “kadınlarını helal, erkeklerinin katlini vacip” eyledi? “Öteki Müslümanlarla savaş” yüzyıllarca “İslamın farzı” diye dayatılmadı mı anlı şanlı İslam ordularına?
“Kızılbaşların öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. ” Bu sözler hala ululanan “Ebusuud Hazretleri”ne aittir!
İyi ki etkinlik yok
Türklerin ulemanın kaleminde “Etraki bi idrak (idraksiz, akılsız Türkler), Etraki Mütegalibe (zorba Türkler), Etrak-i Harici veya Etrak-i Havaric (isyancı, dinsiz Türkler)” ilan edildiği bir tarihin mi “etnik köken”e dayalı çatışmadan uzak olduğuna inanacağız biz şimdi?
Hadi bugünün en büyük Müslümanları gibi “dün dündür” dedik diyelim; yanıbaşımızda Müslüman’ın Müslüman’a ettiğine ne diyeceğiz? Bu da mı cihad? İlk kurulan emperyalist tuzağa düşüp çullanmadı mı Irak’ta birbirlerinin üzerine Şiilerle-Sünniler?
Kimse lafı eğip bükmeye, bizim de boynumuza “sapkınlar” yaftasını asmaya kalkışmasın. Elbette İslamiyet değil bütün bunların müsebbibi. Ama bütün bu yaşanmışlık, İslamiyet’in siyasilerin, tarikatların, şeyhlerin, çıkar savaşlarının, yönetmek hırsının tekelinde nasıl bir “cinayet sebebi” olabileceğinin tarihi delilli.
Sadece İslamiyet de değil. Katoliklerle Protestanlar arasında yüzyıl süren savaşta; yataklarında doğrananlar da, beyaz haçlı giysileriyle cellatları olanlar da Hristiyan değil miydi? Üç, beş, on değil; yüzbinlerce “ceset”ten bahsediyor tarihi kaynaklar. Ya Engizisyon; Avrupa’yı ortaçağ karanlığına sürükleyen, Papa’nın, yüzbinlerce insanı giyotinde, nehirlere atılarak, yakılarak, işkencenin akla hayale gelmeyecek çeşidiyle öldürten kilise mahkemesi değil mi?
İnsan zekasına hakaret
Yerin göğün “yeni dünya düzeni” diye inlediği bir dönemde, bir gazeteci kalkıp “dinin çatısı altında buluşun” diyebiliyor; heyhat!
En başta dediğimiz gibi hem kör, hem sersemiz çünkü biz... Daha 20. yüzyılın başında, Andre Malraux “21.Yüzyıl dinsel olacak ya da var olmayacak!” diyerek işaret fişeğini çakarken; Samuel P.Huntington “Medeniyetler Çatışması” diye, anlayana sivrisinek saz heyetinden nağmeler çalarken, biz kulağımızı davul zurnaya kapatacağız öyle mi?
“İslamcılık” öyle sihirli bir formüldü ki, Osmanlı’nın çökerayak ona sarılmasını en çok isteyen Alman Kayzeri’ydi!
“Ama hangisi” ile başlayan soruların sorucuları niye suskun? Ama hangi din, hangi tarikat, hangi cemaat, hangi hoca efendi diye sormanın zamanı değil mi?
Bugün, “resmi” ideoloğu Ziya Gökalp olan İttihat ve Terakki’yi “öncül terör örgütü” ilan edenler, “Türkçülüğün esasları”nı ortaya koyan Gökalp için, ”fikirlerimin babası“ diyen Atatürk’e bağlılığı suç sayanlar ve hergün manşetlerinden ”katli vaciptir“ manşetleri atanlar bu ”çatıcı“ arkadaşlardır. Gün gelir o çatı çıkılırsa tepemize; kuyucu bilmemne paşaların dehlizlerinde
görüşmek üzere ey Millet!
* * *
Yeni Osmanlıcılar için hatırlatma
Türklük ve Türkçe ile sorunları olan yeni Osmanlıcı açılımcılara anıştırma...
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kabul edilmiş, 1876 tarihli ilk anayasa, yani Kanunu Esasi’nin 18. maddesi der ki: “Tebaai Osmaniye’nin hidemâtı devlette istihdam olunmak için devletin lisani resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.” Ayan ve Mebusan meclisleri ile ilgili 57. maddesi der ki: “Heyetlerin müzakeratı lisanı Türki üzre cereyan eder.” Ve Türkçe bilmeyenlerin Meclis üyesi seçilemeyeceklerini düzenleyen 68. maddesi der ki: “Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır.”
l Işık Kansu / Cumhuriyet
* * *
‘Gerilla büyükelçi’ için aday adayım
Aslı Aydıntaşbaş, Türkiye’nin Nabi Şensoy sonrası yeni Washington büyükelçisinin “hangi vasıflara” sahip olacağını yazmış.
Buna göre “Amerikan hükümetiyle değil, Beyaz Saray, Kongre, düşünce kuruluşları, finans dünyası, Musevi lobisi ve her türlü karar merkeziyle yakın temas kurabilecek, o delikten girip bu delikten çıkabilecek, farklı kesimlerden Amerikalılarla samimiyet kurup, güven ilişkisi kurabilecek” bir büyükelçi aranıyormuş.
Bu büyükelçinin “kim/ne/nasıl” olması gerektiğini şöyle özetliyor Aydıntaşbaş:
“Gerilla büyükelçi.” Yazıya bakılırsa adayın AKP hükümetiyle yıldızının barışık olması ve Amerika’yla ilişkileri Ankara’dan yönetmeye yeltenmeyecek biri olması da “ön koşullar” arasında. Parkurunu yukarıda özetlediğimiz bu yarışın üç aday arasında geçeceğini söylüyor Aydıntaşbaş: Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Müsteşar Yardımcısı Ünal Çeviköz ve Müsteşar Yardımcısı Namık Tan.
Doğru olabilir ama söz konusu “gerilla elçilik” ise eksik!
Anılan bütün vasıfları taşıyan, üstelik de ”gerilla” bir isim daha var;
Zekeriya Cengiz Çandar!
Kaderini Amerika ile birleştirmiş, yani Aydıntaşbaş’ın bahsettiği ”ikili, üçlü, beşli; evlilik müessesine” dünden razı.
* * *
Yıktın perdeyi, eyledin viran!
Almanya’da Deniz Feneri e.V. Derneği’ne karşı açılan ilk davanın karara bağlanmasının ardından Frankfurt’ta ikinci bir dava için iddianame hazırlandı.
İddianame davanın Türkiye’deki zanlılarını hedefliyor.
Buna göre Kanal 7 yöneticisi Zekeriya Karaman, İsmail Karahan ve RTÜK eski başkanı Zahid Akman kara para aklama, dolandırıcılık ve emniyeti suiistimal suçlarından yargılanacaklar.
Almanya’da ilk dava açıldığından beri neresinden bakarsanız bakın 3 yıla yakın zaman geçti.
Almanya’daki davanın sonuçlanmasının ardından, suçun Türkiye’deki uzantıları ile ilgili uzun bir süreç yaşadık.
Dosya geldi, gelmedi, çevrildi, çevrilmedi derken bir soruşturmanın başlaması için bile aylar geçti.
Ve şimdi Almanya’da, Türkiye’de çoktan açılmış olması gereken bir dava açılıyor: Suçun Türkiye’deki uzantılarını cezalandırmak için!
Sanıklar buradalar, delillerin önemli kısmı da burada ama dava ancak Almanya’da açılabildi, Türkiye’de hâlâ açılamadı.
Büyük konuşmayayım ama büyük olasılıkla Almanya’daki dava bittiğinde, buradaki dava (şayet açılmış olursa) daha “kimlik tespiti” ile uğraşma aşamasında olacak.
Deniz Feneri ile ilgili haberler Türk gazetelerinde yayımlandığında Başbakan’ın nasıl sinirlendiğini, haberi yayımlayan gazetelere nasıl kızdığını hatırlayalım.
Belli ki bu davada sanıklar üzerinde “görünmez” bir dokunulmazlık perdesi var.
l Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
* * *
Emek ticaretine başladılar
Karaman ve Karahan itfaiyeci oldu.. Yetmedi denizci de oldular..
Efendim ihale kazanmışlar!..
Amaç ne diye sormayın.. Emek ticareti!.. Hakkını aramaya kalkan itfaiyeci, gemici, artık belediyeye gidemeyecek.. Zekeriya Karaman’ın kapısını çalacak..
Bulurlarsa! Tabii bu arkadaşlar ne gemicilik yapacak ne itfaiyecilik.. Anladıkları iş değil zaten.. Belediyeden aldıkları parayı işçilere maaş olarak dağıtacaklar.. Yüzdelerini alarak..
Peki bu duruma itfaiyeciler isyan etmedi mi?
Etti.. Kafalarına tazyikli su sıkıldı. Aman ha.. Almanya’daki Deniz Feneri’nin Türkiye ayağındaki soruşturmayı sormayın.. Almanlar bütün belgeleri yolladı, tercüme edildi, iki yıldır üzerinde çalışılıyor..
Sonuç..
Yasak.. Yazmak, konuşmak, sormak yasak!..
l Mehmet Tezkan / Milliyet
* * *
MİNİ YORUM
Bu haberlerin vebali ödenmez
Yarbay Ali Tatar’ın intiharının yandaş medyada ele alınış biçimi, yazık ki “alıştırdıkları” gibiydi. O yargısız infaz, “oh olsun” manşetlerini görünce insanlığımdan utandım. Yatsınlar kalksınlar da bu insanlar gerçekten suçlu olsun, aksi halde, bunca insanın ölümüyle beslenenlerin vebali iki cihanda ödenemeyecek türden olacak...