“Hırsızlık babadan oğula geçer...”
Her şey “1 Milyarım var” cümlesiyle başlamıştı aslında... “İktidar olmak için çok para lazım” diyen Rahmi Koç’a, “1 Milyarım var...” demişti daha yolun başında, henüz İstanbul Belediye başkanı iken... Yani 1 milyar dolar...
“O zaman olur...” demişti Rahmi Koç...
Oldu da...
On yıldır Başbakan...
On yıldır partisinin tartışmasız lideri...
Kendisi inanmasa da artık yolun sonuna geliyor... İktidar gücünün sarhoşluğundan uyanma zamanı geliyor... İktidar şehvetinin son demlerini yaşıyor...
“Fırat’ın kenarındaki koyun” metaforuyla çıktıkları yolun sonunda koyunun âkıbeti zührevî hastalıklar hastanesi oldu... Yani koyun artık vesikalı ve koyunun başına gelenlerin müsebbipleri aile içinde...
Dinî telâkkîleri ve algıları ve eğitimleri yani müslümanlıkları bir tahkikin, bir tecessüsün semeresi değil, emdikleri sütle birlikte edindikleri ve sineğin bala yapıştığı gibi şekle yapışan köylü ve taşralı bir müslümanlıktı. İçinde İslâm’a ve medeniyetine dâir hiçbir değerin yaşama şansı ve imkânı bulamadığı bir müslümanlıktı bu...
İçinde kelime-i tevhid yazılı sıkılı yumruklar ve kılıçlardan oluşan görsellerin altında büyüdüler, tek hedefleri yürütmenin başına geçmek, devleti ele geçirmekti...
Partilerine isim olarak seçtikleri ‘adâlet’in ne olduğuna dâir en ufak bir fikirleri yoktu, tabiatıyla mefkûre de edinemediler ‘adâlet’i...
Onların ‘adâlet’ten anladıkları tek bir şey vardı:
“Bizim de iktidar olmamız lâzım...”
‘İslâmcı makyevelizm’in kitabını yazdılar on yıl içinde...
İktidar ile, güç ile, dünya ile, mal ile mülk ile, para ile, marka ile, lüks ile tatmin oldular...
O kadar büyük bir güç elde ettiler ki, yirmili yaşlarındaki çocukları bile büyük servetlerin içinde yüzmeye başladılar. Haram korkusundan azâde oldular, devletin ve milletin parasını, yetimin hakkını gasp etmeyi kendilerine kazanılmış hak olarak gördüler. Kırk yıllık retorik bunlara her türlü cevazı verdi, değil mi ki dindarlar(!) bunca yıldır iktidardan uzak tutulmuştu, şimdi intikam zamanıydı, her yol mübahtı...
Siyâsî muarızlarına hitâben söylediği “Hırsızlığın babadan oğula geçtiği” gerçeği, kendisinden sâdır olan tek gerçek olarak kazındı hafızalara ve on yıllık iktidarlarından geriye kalan en veciz itirâfa dönüştü, siyasal islâmcı iktidarlarının logar kapakların açıldığı son gündemde...
“Hırsızlık babadan oğula geçer...”
Evet... El-hak doğruydu...
Babalardan oğullara geçmişti hırsızlık...
Babalarının gücü siyasal islâm’ın çocuklarını pervâsızlaştırmış ve hayâsızca çalmışlardı, babalarıyla birlikte... Hayâsızlık da babadan oğula geçiyordu...
Bakanların derhal istifalarını almak ve yargıyı rahatlatmak yerine sâhip çıkmayı tercih etti Başbakan her zamanki gibi... Bakanının evi aranamadı. Soruşturmayı yürüten heyete yeni savcılar ikâme etti, ülke çapında emniyet mensuplarını görevden aldı...
Zımnî bir itiraftı bütün bunlar...
Çok zavallı görünüyorlar ve çok ayıplı...
‘Banker Bilo’ filmindeki utanmaz ağa gibiler... Milleti her seferinde Bilo yerine koyup iknâ edebileceklerini sanıyorlar hâlâ...
Kendileriyle ve çocuklarıyla birlikte yerle bir ettikleri değerler hâlâ umurlarında değil...
‘Mâsumiyet karinesi’ni fark ettikleri soruşturma bir hırsızlık soruşturması... Üstelik alenî olarak belgelere yansıyan bir hırsızlık soruşturmasında bile ‘mâsumiyet karinesi’nden söz edebilecek kadar zavallılar...
“Bir içişleri bakanı, oğlunun göz altına alındığını basından öğreniyor, bundan büyük acı olabilir mi?” diye soruyor Bülent Arınç.
Mü’min vicdânı, sorması gereken asıl soruyu unutturacak kadar lükse dönüşmüş iktidar kadrolarında.
“Bir içişleri bakanı, oğlunun göz altına alındığını basından öğreniyor, bundan büyük utanç olabilir mi?” olmalıydı Bülent Arınç’ın sorması gereken soru...
İşte bunun için sonuna geldiler, “Berâber çaldık biz bu yollarda” şarkısını söyledikleri yolun...
Adâlet hakkında zaten hiçbir fikirleri yoktu, mü’min vicdanlarını da kaybettiler...
“Kabataş’ta başörtülü bir yakınıma ve bebeğine saldırdılar” diye yalan söylerken kaybettikleri mü’min doğrulukları, “Hatay’da ölen vatandaşlarımız sünnîydi” derken yitirdikleri mü’min hakkâniyetleri ve rüşvet ve hırsızlık skandalının üzerini yargı ve emniyet operasyonuyla örterken kaybettikleri mü’min hâyâsıyla geldiler yolun sonuna...
Devletin içindeki bir çeteden söz ederken, devletin içindeki paralel devletten şikâyet ederken, bürokrasinin hiyerarşik silsileyi atlayıp yürüttüğü gizlilik esâsından yeni bir “traji-komik mağduriyet” çıkarmaya çabalarken inşâ ediyorlar sonlarını...
Hukukî neticesi ne olursa olsun, bakanlar ve çocukları beraat bile etseler artık vicdanlarda yolsuzluk ve irtikaptan mahkûm olmuşlardır... Bu mahkûmiyetten beraat etmeleri artık mümkün değildir...
Fakat yine çalacaklar... Yine rüşvet alacaklar...
Fıkıh âlimi(!) Hayrettin Karaman bile hırsızlığı, rüşveti, günâhı, haramı, beytü’l malın talanını, yetim hakkının gaspını, kul hakkına tecâvüzü tecviz ediyorsa eğer bunlar yine çalacaklar, yine rüşvet alacaklar, yine kul hakkı yiyecekler, yine yetim hakkına tecâvüz edecekler...
Hayrettin Karaman’ın fetvâsıyla zihinlerden haram korkusunun süpürüldüğü bir çürümeden söz ediyoruz...
Bu çürümenin yanında daha ciddi neyi
konuşabiliriz?