"Hırsız!"
Birkaç kişi çete kurmuş. Evlere giriyor, çaldıklarını barda pavyonda yiyorlarmış. Gazeteler bu kişileri ayıplıyor, halk kınıyor.
Ne yapsın yani övsünler mi?
Tabii ki, hayır.
Hırsızlık övülür mü?
Amma aynı halk kravatlı hırsızlara ceket önü ilikliyor, hatta, en büyük sensin, senden büyük yok, Türkiye seninle gurur duyuyor, falan diye alkış tutuyor.
Oysa gece yarısı evlere girip yükte hafif pahada ağır bulduğunu götüren ve onu barda pavyonda yiyen hırsız öteki hırsızdan çok daha haysiyetli ve aklı başında bir hırsızdır.
Haysiyetlidir çünkü o, kravatlı hırsız gibi, arkasına siyasetçi ve bürokratı almamış, aksine hayatını tehlikeye atmıştır; akıllıdır, çünkü o çaldığı ile hayır hasenat yapılmayacağını bildiği için, pis geliri pis işlerde harcamış, barda pavyonda tüketmiştir.
Ya öteki?
O, diyelim ki, müteahhittir, hükümette dostları vardır, alavere-dalavere devletten ihale alır, üç kuruşluk kamu yatırımını 103 kuruşa mal eder, meselâ, bin metreküp hafriyatı yüz bin metreküp gösterir, bu da yetmez, yaptığı işte eksik malzeme kullanır, yani, malzemeden çalar, sonra o kazandıklarını çoluk çocuğuna helal diye yedirir, o paralarla cami yaptırır, hacca gider, çevresi ve parası var diye itibar, hacı diye hürmet görür.
Devletin taşından toprağına, bankasından a4 kâğıdına kadar nesi varsa işte onu şahsi çıkarı için kullanan kişi ister siyasetçi, ister bürokrat, ister bu ikisi ile işbirliği yapan işadamı olsun, akıl ve haysiyet bakımından çete kurup kuyumcu soyan ve çaldığı altınları barda pavyonda yiyen serseriden çok daha talihsiz kişilerdir.
Çünkü o serseride bir tek kuyumcunun hakkı vardır, olur a, bir gün akıllanır, gider kuyumcunun ellerinden öper, hakkını helal ettirebilir.
Diğerlerinin böyle bir şansları yoktur, çünkü muhatapları, bütün millettir, milletin gelecek nesilleridir.
İslâm’da ise kul hakkı, ancak kulun hakkını helal etmesi ile ödenebilir, öyle okul, hastane, cami yaptırmak, yahut hacca gidip hacı olmakla falan değil.
Dahası...
Dahası devlet malı yiyenin namaz, oruç ve zekât gibi farz, sadaka ve teheccüd, işrak ve evvabîn namazları gibi nafile ibadetleri de risk altındadır.
Çünkü İbnu Abbas (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v)’den şu hadisi zikretmiştir:
“Allahu Teala’nın üç meleği vardır. Bunlardan biri Beytullah’ın üzerinde, diğeri Allah Resûlü’nün mescidinin üzerinde, üçüncüsü de Beyt-i Makdis (Kudüs)’in üzerinde durur.
Bunlar insanlığa seslenirler.
Beytullah’ın üzerindeki melek şöyle seslenir:
’- Kim Allahu Teala’nın farzlarını terk ederse, O’nun emniyet dairesinden çıkar.’
Resulullah’ın mescidinin üzerindeki melek şöyle seslenir:
’- Kim, Allah Resûlü’nün sünnetine aykırı davranırsa, ona Allah Resûlü’nün (s.a.v) şefaati ulaşmaz.’
Mescid-i Aksa’nın üzerindeki melek ise şöyle seslenir:
’- Kim haram yerse, onun farz ve nafile hiçbir hayrı kabul edilmez’.”
Devlet malı yemek içki ve zina gibi bütün büyük günahlardan çok daha büyük bir günahtır, zira, bu büyük günahlardan tövbe eder, secdelere kapanır, gözyaşı dökersin, Allah(c.c.) tarafından affedildiğini umarsın, Peygamberin, “Benim şefaatim büyük günah işlemiş olanlar içindir” dediği için de, şefaat ümidi taşırsın, fakat, devlet malı yediğinde, milletin tamamı ile nasıl helalleşeceksin?
Ayrıca...
Haram yiyen ve hele o haramı devlet malından yiyen kişi Allah Resulünün sünnetine aykırı davrandığı için, şefaat şansını da kaybeder.
İnanmış bir insan bütün bunları bile bile gözünü yetim haklarının biriktiği yer olan devlet imkânlarına nasıl dikebilir, hele o maldan siyaset-bürokrat birlikteliği ile, zimmetine kuruş geçirdi ise, gözüne nasıl uyku girebilir? Bu rahatlık bir bakıma, “Allah’ım, Sen ne dersen de ve Peygamberim, Sen bizi nasıl korkutursan korkut, ben kabirde de, ahirette de bir yolunu bulurum” rahatlığı değil midir?
Bu bir kardeş uyarısıdır.
Doğrusunu ve gaybı Rabbim bilir.