Haydi vre, sen kim oluyorsun
Ali Bulaç, “Ne mutlu Türk’üm diyene” ifadesini benimseyenleri hedef aldığı yazıda Cumhuriyet’i kuran neslin Türklüğünden şüphe duyduğunu ima edince, Hürriyet yazarı sert çıktı: Evladı fatihandan haberin var mı?
Adını taşıdığım Yakup dedem bir göçmendi. Bugün Skopje olarak bilinen Üsküp ile Bilota diye bilinen Manastır arasındaki bir köyden, Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldığında 13 yaşlarındaydı. Yol boyunca Sırp ve Bulgar çetecilerinin saldırılarında neredeyse tüm yakınlarını kaybetmişti.
Ben ortaokul ve lise çağındayken, dedem ölene kadar onunla birlikte “uzak akrabaları” aradık.
* * *
Yatılı okuldayken yaklaşık iki haftada bir, dedemden bir mektup alırdım. Dayısının torunu, teyzesinin kızı, komşu köydeki Hamza Dayı’nın gelini, şu ilin bu ilçesinde yaşıyormuş, fırsat bulursam gidip göreyim isterdi.Yıllar sonra bir cuma namazından sonra Üsküp’te camiden çıkan uzun boylu, sarışın, mavi gözlü, bastonlarına dayanarak yürüyen yaşlı insanları görünce dedemin Salihli’deki mezarından çıkıp namaza geldiğini düşünmüştüm. Belki akrabalarımızın bir bölümü hâlâ ata topraklarımızda yaşıyorlar, bilemiyorum.
* * *
Bulduğu adresleri yazdığı küçük bir defteri vardı, ne yazık ki nerede olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Vasiyetini bu yüzden tutamıyorum, kimseyi arayamıyorum!
Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç, geçenlerde şöyle yazdı: “Bugüne kadar çeşitli avantajlar ve kamusal ayrıcalıklar sayesinde sahip oldukları ’resmi Türk kimliği’nin sarsıntı geçireceğinden kaygı duyan kesimlerin tepkisine yol açıyor. ’Ne mutlu Türk’üm diyene’ formülünü kabul edip kolayca ’resmi Türk kimliği’ni resmi anayasal Atatürk milliyetçiliğini benimseyenlerin önemli bir bölümünün etnik köken olarak Türk olmayıp Balkan göçmeni, mübadili veya Kafkas muhaciri olması anlamlıdır.”
* * *
Dedem bu sözleri okumuş olsaydı şöyle derdi: “Haydi vre, sen kim oluyorsun da bizim Türklüğümüzü tartışıyorsun!”
Bana “Bu adama bir mektup yaz” derdi, “evladı fatihan diye bir şeyi duymuş mu?”
“Boşver dede” derdim, “yazsam da anlamaz büyük olasılıkla!”
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
+++++
‘Niyet beyanı’ gibi gezi AKP’deki safları netleştirdi mi!
Yalçın Doğan Hürriyet’teki dünkü yazısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Erdoğan’ı kast ederek “Aralarının açılacağını kimse beklemesin” diyor.
DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk da, geçtiğimiz haftaki söyleşimiz sırasında Erdoğan’ın, Gül’ü Cumhurbaşkanı adayı olarak takdim ederken kullandığı “kardeşim” sıfatına dikkat çekmiş ve “kardeş değil ikiz kardeşler” demişti.
Oysa şu sıralar en çok konuşulan konulardan biri; Erdoğan’la Gül arasında “yer değiştirme” olur mu olmaz mı mevzuu...
Doğan “Çankaya sonrasında Gül için uluslararası alanda, uluslararası bir kurumda, eski bir Cumhurbaşkanına yakışır, önemli bir görev aranıyor” tezinde iddialı gözüküyor. Hatta “makam adresleri” bile vermiş:
“Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği, UNESCO, Avrupa Konseyi ya da NATO Genel Sekreterliği...”
Doğan’ın “kulis nabzı” dediği “Gül’e akıllı uslu bir dış görev” seçeneğini aklımızın bir köşesinde saklı tutmak şartıyla Cumhurbaşkanı’nın son görüldüğü yerden, Trabzon’dan yansıyan kareleri hatırlayalım:
Yaşlı teyzelere “şlappp” diye yanaklarını öptürmeler, Trabzonspor atkıları ile tribüne selam yollamalar, “cumhur”la kucaklaşmalar, koklaşmalar; amma velakin bu “atraksiyonları”, “cumhur”un yalnızca “AKP’li” kesiminin vekilleri ile yürütmeler... (Kadroya bakınca Devlet Bakanı Faruk Nafız Özak, AKP milletvekilleri Safiye Seymenoğlu, Mustafa Cumur, Asım Aykan, Cevdet Erdöl, Kemalettin Göktaş, Yükseköğretim Kurulu Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Trabzon Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu; devlet değil AKP protokolü karşılaşmış Gül’ü neredeyse!)
Bütün bunlar “dış”a dönük mesajlar mı yani şimdi! Ya, Alport Limanı işetmecileriyle “basına kapalı” görüşmeye ne demeli; Brüksel’i mi titretir yoksa Söğütözü’nü mü bu “ailevi yakınlaşma”?
Yalçın Doğan’ın dediği gibi “Bugünden bir kaç yıl sonrasının ihtimallerini hesaplamak erken olabilir. Hayat bu, ne zaman, ne getireceği belli olmuyor...”
Ama siyaset de “hesap işi” değil mi baştan sona! Boşuna mı Faruk Nafiz Özak her fotoğraf karesinde “omuz omuza” da Gül’le; AKP’nin Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş şimdilik uzaktan manzarayı kesmekle yetinmekte mesela...
Belki Yalçın Doğan haklıdır ama...
Ya “malın, mülkün, makamın, bölünmemesinin”, “kız alıp vermeyle” mümkün olamayacağı kadar girift dengeleri sarsılmışsa bir kere “AKP ailesi” içinde siyasetin!
Ya bir niyet beyanıysa Gül’ün Trabzon gezisi... Ya “netleşen safların” fotoğraflarıysa ekranımıza düşenler!..
+++++
Kanaat önderi dediğin atamayla iş başına gelmez
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu sosyal hayattaki yeniliği şu sözlerle haber veriyor:
- Din görevlimiz sadece camide namaz kıldıran bir memur değildir. Toplumun bütün sosyal hayatına müdahale eden kanaat önderi olmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş yasasında din adamlarına böyle bir görev veriliyor mu?
Görev yasada şöyle sınırlanıyor:
“İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek”
Din adamlarının toplumu dinsel aydınlatma görevi vardır... Ancak Atatürk toplumu eğitme görevini öğretmenlere vermiştir:
“Öğretmenler! Yeni nesli, Cumhuriyet’in fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır...”
Kanaat önderleri atamayla işbaşına gelmez. Kişi bilgisi, kültürü, duruşu, önderlik yetenekleriyle zaman içinde sınavlar vererek kanaat önderi olur. Atama ile önder olunmaz.
* Melih Aşık / Milliyet
+++++
‘Onu kendi haline bırakmalı’
Geçen hafta gitmeden evvel, “Gerçek gazeteciler gazetelere sansür istemez” diye yazdım. Yazının muhatabı yanıt verdi yokluğumda. “Eleştiriler gerçek gazetecilerden gelseydi yanıt vermeye değer bulurdum” diye. Güldüm. Onun baktığı noktadan bakınca bizim “gerçek gazeteci gibi” görünmememiz çok normal. 1.5 yıl içinde Türkiye’nin bayi satışında 2., etkinlikte 1. gazetesini yaratan bir ekibin “gerçek gazetecilerden” oluşmadığını zannedenlere bundan böyle söyleyecek tek kelimem olmaz. En iyisi, bu gibileri kendi gerçekleriyle baş başa bırakmak.
* Fatih Altaylı / Habertürk
+++++
Silivri’nin son kanserli teröristi(!)
Öğle saatlerinde telefonum çaldı.
Karşımda Ergenekon davasından gözaltına alınan, bir süre Tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen bir dostum. “Abi” dediğim bir dost. İsmini açıklamıyorum. Hal hatır sorduk, birbirimizi özlediğimizi söyledik. Sonra anlattı:
“Akciğer kanseri oldum. Şimdi bütün gücümle savunmamı hazırlıyorum. İnşallah bana d asıra gelir de, uğradığımız bu haksızlığı, adaletsizliği yargı önünde dile getirme fıratı bulurum.” Allah’tan sağlık diledim ve o anda aklıma Kuddusi Okkır geldi. Ergenekon teröristi olduğu iddiasıyla tutuklandığında, bütün AKP medyası hiç utanmadan yaygarayı basmıştı:
“Ergenekon’un kasası yakalandı, tutuklandı.” Kuddusi Bey aylarca Silivri cezaevinde yatırıldı. Hastaydı, giderek kötüleşiyordu, cezaevi yönetimi ve doktorlar ilgilenmiyordu.
Sonuçta mecburen hastaneye kaldırıldığında, 0 40 kiloya inmiş yaşayan bir ölü idi ve oracıkta can verdi.
Ölümünden önce ve sonra yapılan araştırmalarda, bırakın Ergenekon’un kasası olmayı bir yana, emekli maaşından başka geliri, bir evi dışında malı mülkü olmadığı ortaya çıktı. Ölümü sonrasında eşi Sabriye Okkır bir kitap yazıp bu olayı anlattı... Ve okuyan herkesi ağlattı. Kitabın adı “Cinayeti gördük” Şimdi akciğer kanseri olan ve Allah’tan bütün içtenliğimle sağlık dilediğim “Ergenekon zanlısı” dostum dün telefonda savunmasını hazırladığını belirtiyor ve “İnşallah savunma sırası bana da gelir” diyordu.
* Emin Çölaşan / Sözcü
+++++
İtalya Başbakanı
Berlusconi, “Yargıçlar beni susturmak istiyor” demiş.
Becerebiliyorsan bizim Başbakan gibi ol, sen yargıçları sustur!
* Fahrettin Fidan
+++++
Hay sana o diplomayı verene...
Öğle saatlerinde bir telefon... Günlerdir ülkenin en doğusundaydım ya, ülkenin en batısındaki gelişmeleri bildiriyor arkadaşım. Canı sıkkın. “Anlat” diyorum. Düğmesine basılmış robot gibi, teklemeden sıralıyor: - Bizim üst kattaki komşu var ya..
- Hıı var!..
- Yoğun bakımda...
Hikaye burada başlıyor. Turp gibi komşu hanım, sırtında hafif bir ağrı hissedince Namık Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesi Ağrı Bölümü’ne gidiyor; “derdime bir çare” diyor karşısındaki “araştırmacı doçent”e. Tıp Fakültesi’nde akademik düzeyde muaeyene edilmenin huzuruyla döndüğü evinde, doktorun ”çare“ diye verdiği ”yakı“ya benzer nesneyi derhal uyguluyor vücuduna. Ve o günün gecesi Tekirdağ Devlet Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi’nde bitiyor işte...
Doktorlar “hanımefendi zehirlenmiş, intihar” diyorlar. Ev ahalisi şaşkın; “nasıl olur!” İş zehirin panzehirini aramaya kadar varmışken, “hasta”yı soyma faslında, sırtındaki o “iz” ortaya çıkarıyor gerçeği. Kadına “ağrısı dinsin” diye verilenin “kanser hastalarına verilen morfin” olduğu saptanıyor... Arkadaşım malum cümleyi tekrarlıyor:
“Bu kadar mı ucuz insan hayatı!”
Bir elin beş parmağı bile bir değil, her doktor da böyle değil tabii de gel de isyan etme;
Hay sana o diplomayı verenin...
Arkadaşımın söylediğine göre, aile “yoğun bakım”ın önündeki bekleyişini “adliye koridorları”nda sürdürmekte kararlı... Öyle de olmalı... Herşeyi öğrenip, “can”ı “kadavra”dan ayırmayı öğrenemeyen doktorlar da “ibret” almalı...
+++++
NTV ekranında “çift başlı” operasyon
Post Medya “Ruşen Çakır” analizinde Vatan yazarının hem gazetesini hem de program yaptığı NTV ekranını kullanarak, Hanefi Avcı’ya olan “diyet borcu”nu ödediğini ileri sürmüş.
İnternet sitesine göre bu “borç”, Avcı’nın, Çakır’ı terör başta olmak üzere bir çok “zayıf kaldığı” konuda “derinlemesine” bilgilendirmesinden ve bu konulardaki çalışmalarıyla parsayı götürmesine yardımcı olmasından ileri geliyor!
Velev ki öyle...
Ama madem NTV üzerinden yürütülen “Avcı operasyonu” mevzu bahis edilecek; o zaman bu “operasyon”un “çift başlı” olarak, yahut “çift koldan” ve “çift yönlü” olarak yürütüldüğüne de dikkat çekmek gerekmez mi?
Hanefi Avcı’nın gözaltına alındığı günü hatırlayın... Avcı kitabı piyasaya çıktığında herkesten önce “programına çıktığı” Çakır’ı, o gün de uçaktan, havaalanından, polislerin arasından “herkesten önce” bilgilendirmeyi sürdürmüş, Çakır da Avcı’nın gözaltına alınmasını feveranla yorumlamıştı NTV ekranında.
Ama...
Aynı NTV ekranı değil miydi, Avcı’nın tam da “tutuklanması istemiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildiği saatlerde”, mesleki anlamda, -fazla mı iddialı olur bilemiyorum ama- “kan davalısı” sayılabilecek Mehmet Eymür’ü canlı yayında konuşturan. Ruşen Çakır danışmanıysa, Eymür’e “Hanefi Avcı’nın yalan makinasına bağlanması gerekir” dedirten soruyu soran Can Dündar da “anchorman”ı değil mi NTV’nin...
NTV’de Hanefi Avcı üzerinden devam eden sade bir gazetecilik yarışı mı; yoksa kanaldaki dönem dönem “MİT’çi”, “JİTEM’ci”, “polis ajanı” olmakla suçlanan bir “eleman”la, “eski bir MİT personelinin oğlu” olan diğer “eleman”ın kendi aralarında yürttüğü psikolojik savaş mı?
+++++
MİNİ YORUM
Yabancı damat
Evlendirme programlarında kendilerine karı-koca arayanları zaten peşin peşin psikolojik tetkike tabii tutulmalarına inananlardanım o ayrı mevzu. Ama “Iğdırlı gelin adayı”na yapılan haksızlığa da, sırf “şahsına münhasır bir sosyal klasman” da yaşıyor ve yarışıyor diye hayatla; rıza gösteremem açıkçası. “Kürt damat istemem” deyince stüdyonun kapısını göstermişler kızcağıza... Ya aynı kız “ille de yabancı damat” deseydi mesela? O zaman “Türk düşmanı” addedilip kovulur muydu oradan yine de? Heryere soktunuz, bari milletin koynuna sokmaya kalkışmayın etnikçiliği yahu!