Hayalleri bile mayınlı çocuklar!..
Orada... Yani Urfa'nın "Kötüler Mahallesi"nde, uçsuz bucaksız kayalıkların ortasında birer Şark Çıbanı gibi duran antik mağaralar, briketten evlerimizle akraba gibiydi...
Yokluğun olağan olduğuna, açlığın sıradanlığına, umudun sonsuzluktan doğduğuna inanırdık viraneye terk edilmiş gecekondularımızda...
Bizi, kimsesizliğimize hapseden o eski zamanlarda, kendi halinde biçare ve sevecen yoksullardık hepimiz...
O garip mahallede, zamanı hapsetmiş eskinin içinde, "yeni nedir", iyi nedir, doğru nedir diye ararken çok ama çok yorulurduk...
Kötülüğü bağrında, merhameti yüreğinde saklayan sokaklarımızda; farkındaydık ki, biz aslında külliyen unutulmuştuk!..
Çünkü "kaçakçı" damgasıyla unutulmuştuk... Yoksulluk adına unutulmuştuk, çaresizlik ve "kötü"lük adına unutulmuştuk...
Oysa bitmeyen nazlarımız yoktu ki, bizi bizden çıkaran!..
Şımartılmadık başlarımız okşanırken, diken üstündeydik biz de, büyüklerimiz pusulu sınırlardayken!..
Çünkü hayalleri bile mayınlı, kaçak kokan günlerde geçiyordu garip çocukluğumuz...
Babamız kaçakta, anamız su kuyruğundayken çocuktuk biz, acıyı hissetse de en küçük tebessüme sığınan...
Çocuktuk biz; çaresizliğimize mecburen boyun eğen... Ve çocuktuk biz, horlansak da umutsuzluğun önünde katiyen eğilmeyen!..
***
Barutla tütsülenmiş ekmek!..
Orada; kehribarı andıran kayalıkların güneşe ayna olduğu o mazlum mahallede; kaçakçı atlarının aslında yuvalarımıza ekmek taşıdığını çok sonraları öğrendik...
Belli ki oyun değildi dörtnala giden menzilsiz fırtınalar...
Yapmacık değildi; bir kaçakçı vurulduğunda, hançereden çıkan zalim ağıtlar!..
Bilirdik ki; jandarma pususundan kurtulmuş kuru ekmek kadar kutsaldı artık korkularımız...
Katığımız kan gibi domates salçası, yüreğimizi ısıtan ise kuru ekmeğe savrulan kaderimiz gibi acı pul biberimiz...
Bunlardı; bizi yaşamak için ayakta tutan velinimetimiz...
Bunlardı; ölüm yolunda açken, bizi ayakta tutan şahsiyetli mücadelemiz...
İnsanların geçimlerini Suriye sınırından kaçakçılıkla sağladığı o mahallede çocuktuk velhasıl, bir fidana can vermeye hazır toprak gibi...
Serttik mecburen, direnmek için kayalar gibi... Vicdanlıydık yarından umudunu kesmemiş ürkek kelebekler gibi...
Kına kokusu sinmiş Arap atlarının sırtında, korkunun yoldaşı olmuş babalarımız, Suriye sınırının pusularına çoktan alışmıştı...
Biz ise babalarımızın ekmek kavgasını, ağaçsız, susuz bir mahallede, kayalardan geçit vermeyen sokaklarda birer korku oyununa bile çevirmiştik... Tıpkı maytap kokan bayramlar gibi!..
Elimizde "pata (mantar) tabancaları", yüreğimizde kaçakçı kahramanlığı, tenimizde Doğu'nun yarası Şark Çıbanı...
Ve hiç unutmadık ki; mayından filiz verir gibi fışkıran mücadelemiz, tıpkı barutla tütsülenmiş ekmekler gibi...
***
Ayaklarda cızlavet lekesi!..
Kötüler Mahallesi'nde; garip yoksullardık viranelerde, bir pırıltılı zenginlik taşırdık, zenginlik rüyaları gördüğümüz özlemlerimizde...
Bizi bizden alan minik coşkular, kayalıklardan küçük birer nehir gibi süzülen su birikintileri kadar saftı...
Bilirdik, ne olursa olsun hesapsızdı yaşamlarımız!.. Bilirdik; boş vermiştik yarınları, sebebi belli çaresiz kalışlarımızı!..
Çünkü potansiyel pusular vardı yaşamlarımızda... Canımız yoksulluğumuza, yüreğimiz sevdamıza emanet olsa da geleceğimize kast eden tel örgüler vardı!..
Yaşamın en pervasız muhasebelerinden geçsek de, bozkırın ortasındaki gelincikler gibi, dik ve keskin durduk acımasız taarruzlara karşı...
Yine de küçük mutluluklarda yerden kesilirdi "cızlavet" lekesi taşıyan ayaklarımız...
Yine de gazete kağıdından uçurtmalardı ki, üzerinde muhakkak "özgürlük" yazan geleceğimiz...
***
Vadide iki manzara...
Evet; tarihin bağrında yatan bir gizemli mahalledir orası...
Önünde Urfa Kalesi, bir yanında Şeyh Maksut Türbesi bir yanında Ahper (Ağbar) Dağı, arkasında ise Hz. Eyyüb'ün makamı...
Kıraç bir vadiden kıpkırmızı topraklara uzandığınızda, ufuk çizgisinde mayın kokan Suriye sınırı... Merak edenler için işte Kötüler Mahallesi...
Günümüzde adı "Şeyh Maksut" olarak geçse de tüm Urfa bilir ki, antik mağaraları, çiğdem kokan vadileri, briketten evleri ve insanı çeken gizemiyle orası aslında Kötüler Mahallesi...
Ağbar Dağı'nda, Süryani kalıntılarından oluşan tarihi kaya mezarları ile antik taş ocaklarında dolaşırken, iki eski manzara da gelirdi akıllara;
Kaçakçı atlarının vadide tozu dumana katarak evlerimize yaklaşması... Ve çocukların minik birer gezgin olarak o dağların gizeminde saklambaç oynaması...
Kötüler'in yamaçlarında dolaşırken, Suriye'den kaçak eşya taşıyan atların nal sesleri bir kez daha çınlar kulaklarda...
Uzaktan sanki limon şekerinin tadı düşer dillere ve "Sıra Gecesi" düzenlenen mağaralardan Urfa türküleri yankılanır yüreklerde...
Bizans mağaralarının çevrelediği dağlarda "cızlavet"le koştuğumuz badem kokan vadilerden eser yok artık... Her yer ne yazık ki gecekondu...
Çevresi gecekondularla yağmalansa da, mağaraların önü defineciler tarafından delik deşik edilse de, vadinin ayakta duran bölgeleri halen "eski" kokuyor...
Biliyordu oranın eski sakinleri... Yıllar sonra "Kötüler"in adı artık unutulmaya başlasa da, hep "iyi" ve güzel anılar yaşamıştı cızlavet çocukları orada...
O anılar ki; kimilerinin kalemini beslerken işte bu satırları mırra tadında zihinlere kazır, kimilerini de eskimiş birer adam olarak mazide bırakır...
OKURLARA NOT; Çocukluğumuzun Urfası'ndan, aralarında "kahverengi bağcıklı kundura" başlıklı öykünün de bulunduğu eski anılardan bir demettir bu yazı... Kötüler Mahallesi yazılarıyla ilgili gelen yorumlara bakıyorum da, neredeyse hepimizin yaşamlarının içinde birer "Kötüler" varmış!.. Asıl mesele oralardan iyi insanlar olarak çıkmak değil mi zaten?.. Mutlu pazarlar...