Hasdal’dan mektup var:‘Tek dileğim iftiracıların da yargılan

Hiç de sürpriz olmayan o sorudan yağmış e-posta kutuma:
“Siz niye yoktunuz gazeteci direnişinde, korktunuz mu, sindiniz mi, sustunuz mu yoksa?”
Bu yarı tahrikkâr, yarı vicdana sığmayan “anında çizik atmalar” çok sık oluyor bizim çalıştığımız alanda... Hele de böylesi bir psikolojik ortamda “ihanete uğrama” paranoyasıyla yaşıyor okur da. Hep bir şüphe zihinlerinde:
“Yandaşlaştırıldılar mı?”
Neden yoktun diyene, cevabım şu oldu ilk anda: “Henüz klonlanamadığım için olabilir mi acaba!”
Şaka bir yana, uzaklarda bir yerde olmasaydım, gider miydim diye bir merak varsa hakikaten okuyucunun kafasında, ekran çetesinin kankası olan isimler de tutuklandı diye değil, onlara destek vermek gibi fazlasıyla bencilce, basına yönelik tehdidin boyutunu perdeleyici bir tutumla değil ama gazetecilik adına ve birilerinin arkadaşı değil gazeteci sıfatıyla orada olurdum gibi geliyor mutlaka!

***


Ben “Ergun Poyraz gözaltına alındığı gün, Vedat Yenerer’in dede yadigarı antika tüfeği darbe silahı diye delil dosyasına alındığı gün bu duyarlılık sergilenseydi, belki bugün İstiklal Caddesi’ni aşındırmak gerekmezdi” diye düşünürken, Ümraniye ve Balyoz davaları kapsamında yargılanan muvazzaf subayların tutuklu bulunduğu Hasdal Cezaevi’nden bir mektup ulaştı elime.
İkinci Ümraniye davası sanıklarından (o kendisini sanık yerine “tarihin tanığı” olarak tanıtmayı tercih etmiş) Yarbay Mustafa Dönmez de benzer düşünceler içindeymiş. “Aydınlar bu işin en başında dürüst ve yiğitçe inceleyebilselerdi soruşturmanın/davanın gidişini bugün birçok meslektaşlarına bu kadar kolay iftira atılıyor olmazdı” diye özetlemiş bu yöndeki tespitini.
Silivri’den de, Hasdal’dan da, sırf bize değil, hemen bütün gazetecilere benzer mektuplar, kitaplar, cd’ler geliyor mutlaka... Bunlar yayınlasan da, yayınlamasan da “suç delili” birilerinin kafasında... Yayınladığın vakit “Aaa işte işbirlikçi” diye tetikçilerin parmak yönü seni gösteriyor... Yayınlamadığında, “ilk baskında ele geçirilecek vahim delil” kapsamına giriyor bu “yasal haktan faydalanışı” bu davaların sanıklarının...
İyisi mi biz paylaşalım da “bilgi, belge saklamak gazetecilik faaliyeti olur mu” garabetini besleyici yem depolamış olmayalım arşivimizde!
“Görevi başında bir Türk subayı iken, yasalardan doğan hakkımı kullanarak Sayın Başbakan hakkında mertçe şikayette bulunmuş olabilirim. Telefon konuşmalarımda ve yazdığım kitaplarda mukaddes inançları sömüren, memleketimin çocuklarını eğitimden geri bıraktırarak eğilmeyi bükülmeyi öğretenler hakkında ağır cümleler kurmuş olabilirim. Üniformalarının üzerinde Türk halkının bağımsızlığı, onur ve şerefini üzerinde taşıyanlara dost kisvesi altında tuzak kurarak, kafalarına kalleşçe çuval geçirenlere karşı hala yüreğimde kanayan bir yara olabilir, yazarlara, aydınlara, masum vatandaşlara yapılan menfur saldırıları hazmedemeyen bir Türk subayı olarak yasımı içimde tutuyor olabilirim. Ama bu düşünceler dışında hiçbir eylemi olmayan şahsıma verilen karşılık, akıl almaz iftiralar ve yalana dayalı kurgularla suçlu ilan edilmek olmamalıydı. Konunun şahsileştirilmemesi gerekirdi. Şahsım yalnız yaşayan biri değildir. Aileme verilen zararlar insan haysiyetine uygun şeyler değildir” diyen Yarbay Dönmez’in ve kendisiyle aynı koşullarda tutuklu bulunan kişilerin durumunu özetleyen cümle şuydu bence cümleleri içinde:
“Şahsım tutuklandıktan kısa bir süre sonra dünyaya gelen çocuğum Yağmur bugün konuşmaktadır...”
Baybal’ın çocuğu gibi tıpkı...
Perinçek’in torunu gibi...
Kiminin kaybettiği annesi, kiminin evladının mezuniyetini göremeyişi gibi “mahrumiyet”, özünde mahkum edildikleri kaderlerinin ismi!


Buyurun Silivri’de temaşaya
Yarbay Dönmez mektubuyla birlikte gönderdiği “cezaevinde geçirdiği 26 ay boyunca, düzenli olarak günde 14 çalışmasının ürünü” olan savunmaları ve iddianameye cevaplarını da yollamış bir CD içinde. Büyük bölümü daha önce haber konusu olan bu metinleri satır satır inceleyemesem de, mektubunda yansıyan “insani yönü” bu “hukuksuz” olduğuna dair yaygın kanaat oluşan sürecin, anlayana mesajı veriyor bence...
İşte tutuklu bir TSK mensubunun, bazen bir baba, bazen bir eş, bazen bir subay, bazen sıradan bir vatandaş ağzıyla dillendirdiği “Hasdal düşünceleri”:
“Sahte raporlara, yalan beyanlara, bir kısım medya tarafından önyargılı suçlamalara göre önceden yargılanmış ve peşinen suçlu ilan edilmiş bir şekilde, ancak 25 ay sonra mahkemeye çıkarılarak savunmamı verebildim. Yargılama safhasında yaşanan temaşayı Silivri’de yerinde görmenizi isterdim.


Kendilerinden utanacaklar
Gerçeğin yasası değişmenin yasasıdır. İnorganik dünyada olduğu gibi insan dünyasında da sürekli dönüşümler vardır. Bu yüzden kasıtlı suçlar uyduranlar, senaryo yazanlar dışında kimseye de kırgın olmadığımı belirtmek isterim. Ancak bugün bizlere yapılanlar kuşaktan kuşağa anlatılacaktır. Kendi ülkesinin insanlarına her gün iyi dileklerde bulunan bir insandan suikastçı, terörist yapanları, yaşamı boyunca devletin kör kurşununun hesabını soran çalışan üreten bir subayı; içi boş mühimmatlar, horozu olmayan silahlar ile iftira atarak başına türlü iş getirenleri; bir gün halkım fark ettiğinde; eminim bu müfteri kişileri başta kendi yakınları olmak üzere lanetleyecek ve kendilerinden utanacaklardır.


Sanık değil tarihin tanığıyım
Mustafa Dönmez; sanık değil tarihe tanıktır. Hedefe konulmuş ve hakkında uydurma deliller üretilmiştir. Cumhuriyet savcısının görevi iftira atmak değildir. CMK’nın 170’nci maddesi 5’nci fıkrasında belirtildiği gibi ”şüphelinin lehinde olan hususlar“ konusunda da araştırma yapmaktır. Bu şekilde yayınlanmış iddianame bir kısım insanımızın sağlığını bozmuş, bir kısmının yaşamını yitirmesine neden olmuş bir iftiradır.
Tek dileğim; bizlere zarar veren ve bilinç olarak negatif varlıklar olarak gördüğüm bu iddia sahiplerinin bir gün halkımın mahkemelerinde yargılanırken bugün ortaya çıkan nesnel delillerin aleyhlerinde kullanılmasını görmek ve bu kişiler karşısında müşteki olarak ifade vermektir.


Uşaklıkta koçbaşı olan Atatürkçü olamaz
Halkın sözcüsü olan aydınlarıyla uğraşan yoz bir anlayışın bayraktarlığını yapmak, iftira atarak insanlık dışı karalamalarda bulunmak, irade ve ruhları teslim alıp köleleştirmek sonrada amaçları doğrultusunda kullanmak; Mustafa Kemal’in devlet anlayışında hiç vücut bulmamıştır. Dilenci kültürüne maruz bırakılmak, haksızlık karşısında boyun eğmek, diz diplerine oturmak, yalakalık, salya sümük ağlayarak kendini acındırmak insanlık düşmanı yöntemlerin gölgesine girmek, uşaklıkta koç başı olmak Mustafa Kemal’in dünya görüşünde tutunamamıştır.”

+++

İlanen kaçış(!)

Her gün yığınla “insaf” dedirten yazı, yorum, haber çıkıyor -özellikle de sosyal medya- lafıyla meşrulaştırılmaya çalışılan alanda... Birkaç gündür takip etmiyordum; Akşam yazarı Oray Eğin’in “aniden ABD’ye gitmesi(!)”ni dert edinmişler en son. “Soner Yalçın’ın tutuklanmasından sonra kaçtı” demeye getiriyorlar lafı... Soner Yalçın’ın tutuklanmasına gerek yok ki, Eğin gibi, ilk aklıma gelen Ahmet Hakan gibi mesela çok sayıda yazar, daha 13 Eylül sabahı ilan ettiler zaten Türkiye’de yaşamanın bundan sonra geçmişe nazaran daha da zor olacağını okuyucularına! Aylar öncesinden ilan edilen kaçış mı olur Allah aşkına?!

+++

Zalimin iktidarına karşı omuz omuza

Duyduğumda gazeteci eylem yapar mı demiştim.. Mesele neyse..
Muhabirse haberini yapar, editörse sayfaya koyar, yayın yönetmeniyse manşete çeker, köşeciyse
sütununda yazar, televizyoncuysa ekranı açar..
Böyle düşünüyordum..
İşçi, memur doktor, avukat, eczacı niye eylem yapıyor?
Medyaya üzerinden halka sesini duyurmak için.. Medya üzerinden derdini iktidara anlatmak için..
Medya mensupları eylem yaparsa kimin üzerinden sesini duyuracak..
Kendileri..
Hem aşçı hem garson..
Bu sebeple gazeteciler yapmamalı
diyordum..
Yanılmışım..
Sonra, şunu da düşündüm..
Ya olan biteni, editör görmezden, yayın yönetmeni duymazdan, köşe yazarı bilmezden gelirse.. Geliyorsa..
O zaman gazeteci de eylem koyar!..
H H H
Taksim’e doğru yaklaşırken aklıma geldi..
Lafa, alakasız da olsa biz demokrat aydınlar diye başlayanlar var ya.. Her gün kırk kere zikredersem belki demokrat olurum niyetine kırk kere zikredenler var ya..
Onlar anladınız işte..
Bakındım göremedim..
Yoktular..
Mehmet Tezkan / Milliyet

+++

Hükümet medyadan elini çek

- Kimimiz muhabir, kimimiz editör.
- Kimimiz köşe yazarı, kimimiz foto muhabiri...
- Kimimiz haber koordinatörü, kimimiz yazı işleri müdürü...
- Kimimiz kameraman, kimimiz magazinci...
- Kimimiz kıdemli, kimimiz stajyer.
- Kimimiz mektepli, kimimiz alaylı.
- Kimimiz Babıâli görmüş, kimimiz İkitelli ile başlamış...
En ak saçlımızdan en heveskârımıza hepimiz Galatasaray’dan Taksim’e doğru harekete geçtik.
Ellerimizde “Yansak da dokunacağız” pankartları, dilimizde “Hükümet medyadan elini çek” sloganları...
Yürüdük... Yürüdük... Yürüdük...

***


Dünkü yürüyüş, her zaman rezillikler ve kalleşliklerle anılan “Türk Medya Tarihi” ne altın harflerle yazılacak bir mertlik gösterisiydi. Delikanlı bir kalkışmaydı.
Düşünün: Yıllar sonra ilk kez...
- Muhabir haberine, köşe yazarı yazısına, foto muhabiri fotoğrafına, kameraman çektiği görüntüye, haber koordinatörü özgürlüğüne sahip çıkıyor.
- Patron katlarında varılacak konvansiyonel anlaşmalara bel bağlanmıyor.
- Siyasetçiden yumuşama
dilenilmiyor.
- Gözaltından, tutuklanmaktan korkulmuyor.
- Yandaşın çemkirmesine aldırılmıyor.
“Medya” denilen gayya kuyusunda çalışanlar, her bir tarafından çekiştirilerek iğdiş edilmiş mesleklerinin onurunu korumak için harekete geçmiş durumdalar.

***

Siz bakmayın bizim Ahmet için, Nedim için yürüyor gibi yapmamıza...
Kendimiz için yürüdük biz.
Mesleğimiz için yürüdük.
Basın özgürlüğü için yürüdük.
Demokrasi için yürüdük.
Söz söyleme, haber alma, ifade etme, özgürce yazıp çizme hakkı için yürüdük. Ve son tahlilde...
Sizin için yürümüş olduk.
Ahmet Hakan / Hürriyet

+++

Siz onun asıl ölüsünden korkun

Pek çok kimse bilmez, Yeşil Kart’ı Süleyman Demirel çıkartmıştır. Hayata geçirilen bu fikrin sahibi ise Prof. Dr. Mehmet Haberal’dır.
Bir büyük transplantasyon dahisi içeride. Peki neden? Savcılık iddiasına göre isnat edilen suç; ’Örgüt üyeliği’...
Gözaltına alınışıyla başlayan dönemde mezalimin en ağırını gördü. Üzüntünün doğurduğu ani şoklarla kalp ritmi bozuldu. Üniversite hastanesinin kardiyoloji bölümüne yatırıldı. İşte bu noktada, hayatında elini dahi sıkmadığı bir takım ’Yandaş medya tetikçileri’ devreye girdi. Karalamayı o kadar ileri götürdüler ki, Haberal’ın ’Cezaevinin revirinde tedavi görebilir’ iznini vermeyen iki uzman tıp profesörü de tutuklandı. ’İntikam Medyası’ her tarafı etkiledi. Hocamız, önce sıradan bir sağlık kurumuna, oradan Silivri’ye nakledildi. Önceki günden bu yana gelişen olayları biliyorsunuz. Dört kez geçirilen kalp spazmına, 112 Acil’in donanımsız aracı ve pratisyen doktorları ile müdahale edildi. Şimdi, ’Onu içeri tıkanlar, uygun sağlık kuruluşuna sevk edelim’diye yalvarıyor. Bu sefer Hoca kabul etmiyor.
İşlerin siyasi ayağında yer alanlara birkaç laf etmek istiyoruz. Eğer, bazı kafaların başparmaklarını aşağıda tutup ’Öldür, öldür’ çığlıklarına uymayı sürdüreceklerse, vebaline katlanırlar. Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın ölüsü-Tanrı korusun-, dirisinden daha büyük ’Sandık Tsunamisi’yaratacaktır.
Burhan Ayeri / Akşam

+++

‘Ankara Hilton’u unuttunuz mu

Sanki bunlar ilk defa oluyor, sanki Türk basını ilk kez bunlarla karşılaşıyor, baskıya uğruyor ya da yabancılar bizim basın için endişe ediyorlar.
Yooo, hemen her yılın sayfalarında, bazen istisna olsa da, mahkûmiyet ve hapisler vardır.
Rastgele bakalım.
1954 Mart’ı ile 1958 arası...
“35 gazeteci yargılandı/7 gazeteci mahkûm oldu/İstanbul ve İzmir’de 29 basın davasına
bakıldı/Üç arkadaş daha gitti/27 gazeteci daha yargılandı.”
Bunlar günlerin olağan olaylarıdır, vukuat-ı
adiyedendir.
Ankara cezaevinde gazetecilerin bir koğuşu
vardır, adı nedir bilir misiniz?
“Ankara Hilton”
Hasan Pulur / Milliyet

Yazarın Diğer Yazıları