Hangi gezegenden geldin!
Kamuoyunda “N.Ç. Davası” olarak bilinen olayı hatırlıyorsunuzdur (umarım). Mardin’de 13 yaşındaki bir kız çocuğu, satıldığı 26 kişinin tecavüzüne uğramış, mahkeme olayın “rızaya dayalı” olduğuna hükmetmiş ve sanıklar hakkında “reşit olmayan kişiyi zorla alıkoyma” yerine, “rızasını alarak alıkoyma” suçundan “trajikomik bir ceza” vermişti.
Kararın Yargıtay tarafından da onaylanması üzerine konu medyaya yansımış, hayli tartışılmıştı. Bu tartışma kapsamında hem Radikal’deki köşesinde hem de CNNTürk’teki 5n1k programında kararı eleştiren Cüneyt Özdemir hakkında Star gazetesinde hakkında çıkmış bir haber delil gösterilerek “Yargıtay 14. Dairesi Başkanı Fevzi Elmas’ın ihbarı” üzerine suç duyurusunda bulunuldu.
“23 yıllık meslek hayatımda ilk kez bir haber yüzünden, üstelik de benim yapmadığım bir haber yüzünden hakkımda dava açıldı” diyen Özdemir şokta!
Martin Niemöller’e rahmet okutacak bir tonda dün yazdıkları:
“Bugüne kadar iyi kötü hukukun işlediğine dair inancım inanın yıkıldı. Yere ve zamana göre herkese her türlü dava açılabileceğini şaşkınlıkla gördüm. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e, HSYK üyelerine ve Yargıtay mensuplarına sormaktan kendimi alamıyorum:
Bu mudur sahi Türkiye’de adalet?”
Evet uzun zamandır bu!
Ve asıl şok edici olan “23 yıllık bir gazeteci”nin “bunu” kendi canı yandığı gün fark edebilmiş olması!
Özdemir, “13 yaşındaki N.Ç.’yi 26 tecavüzcüsünden koruyamayan bir düzenin buna itiraz eden bir gazeteciye nasıl hesap sorduğunu gözlerinizle görmenizi isterim” çağrısıyla bitirmiş yazısını.
Gerek var mı?
İnsanların en temel hakkını, yaşama hakkını gasp eden düzenin buna itiraz eden gazetecilere nasıl hesap sorduğunu, “İleri demokrasi” adı altında, kendisinden taraf olmayanların düşünce, ifade, basın özgürlüklerini katleden bir düzenin bu itiraz eden gazetecilere nasıl hesap sorduğunu zaten gözlerimizle görmedik mi, kulaklarımızla duymadık mı, iktidarın ve onun kurduğu düzene hizmet edenlerin kararlarının “haşa sorgulanamaz” olduğunu hep birlikte öğrenmedik mi? Öğretmediler mi?
Radikal’de yayınlanan yazısından sonra Özdemir dün bir de twitterdan sitem etti.
Adresi Türkiye Gazeteciler Cemiyeti:
“Üyesi oldugum TGC’den ses seda olmasa da Medya Derneği genel sekreteri arayıp bilgi aldı... Neyse en azından öldüğümde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti meslektaşlarımı bilgilendiriyor...”
***
Dönüyoruz dolaşıyoruz aynı yere geliyoruz, insanların kendi başlarına geldiğinde hayretler içinde kaldıkları, küçük dillerini yutmanın eşiğine geldikleri, isyan ettikleri bütün bu garip, haksız, adil olmayan olaylar yıllardır hemen her gün tekrarlanıyor bu ülkede... Ve yazık ki büyük oranda bugün “ayyy, amannn” diye bağıran gazetecilerin bu düzeni kuranları meşrulaştırmak için harcadıkları eşsiz çaba sayesinde!
Teşekküre saysın...
Şişli Belediyesi’nin “Bayrağını Al Bayramına Gel” ilanı vermek için tercih ettiği ve günlerce ilan parasıyla beslediği Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan dün “1923’ü geri isteyen, Atatürk posterleri sallayan, apartman boyunda bayraklar sallandıranlarla” dalga geçmeye ayırmıştı köşesini...
Nemelazım okumaz filan; bence biri bu yazının kopyasını mutlaka Şişli Belediye Başkanı’na da göndermeli... Belki “teşekkür” niyetine çerçeveletip duvarına asmak ister... Yahut “Haklısınız, ben o yürüyüşte bulunmamalıydım, acele verilmiş bir karardı” filan diye açıklama yapmak ihtiyacı hisseder...
Despotluğun anayasası
TOBB Genel Kurulu’nda konuşan Kemal Kılıçdaroğlu:
“AKP’ye, 12 Eylül darbecilerinin çıkardığı, yasalar yürürlükte; gelin toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili yasa, siyasi partiler yasası, seçim yasası, yargıçların bağımsızlığıyla ilgili yasaları değiştirelim dedik. Bunun için anayasa değişikliğine gerek yok. ’Bunlara gerek yoktur’ denildi...”
Gelin de Kılıçdaroğlu’na sormayın:
- Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası gibi anti demokrat yasaları değiştirmeye yanaşmayan AKP’den nasıl oluyor da sizin katkınızla daha demokrat bir Anayasa yapmasını bekliyorsunuz?
Mevcut anayasaya uymayan AKP’nin yeni anayasaya uyması için de mantıklı bir sebep yoktur.
Sorun, açıkça görülüyor ki, anayasa değil, iktidar partisinin anayasa ve yasalara uymamasıdır.
Peki böyle bir iktidar neden anayasa değişikliği ister?
Demokrasi karşıtlığını yasal bir zemine oturtmak için... Başkanlık sistemine geçerek despotluğu yasallaştırmak için. Aklımıza başka sebep gelmiyor...
Kemal Bey ya AKP’yi anti demokrat diye suçlamaktan vazgeçmeli ya da Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan çekilmeli... İkisi bir 3arada tam bir çelişki oluşturuyor...
Melih Aşık / Milliyet
Ruhen bölünen ülke
Herhangi bir ülkenin kuruluş öyküsündeki 19 Mayıs gibi sembollerin, o toplumu bir arada tutan en önemli ortak paydaları da oluşturması beklenir. Her ülkede milli bayramlar toplumun bütün kesimlerini aynı duyguların dalga boyunda buluşturan günlerdir.
Oysa geçen hafta sonu yaşadığımız olay, bu gibi ortak paydaların tek tek çözülmekte olduğunu, milli bayramlarını bile farklı algılayan, farklı yerlere koyan, farklı şekilde kutlayan iki ayrı Türkiye’nin belirmekte olduğunu gösteriyor. Bu haliyle Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümüne doğru ruhen bölünmüş bir ülke olarak yol almakta olduğumuzu kim inkâr edebilir? Bu tablo herhalde 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan kadronun da öngöremediği bir durumdur.
Sedat Ergin / Hürriyet
O bayraklar neyi örtmek içindi
Sarıgül, Halaskargazi Caddesi’nin iki yakasını dev Atatürk posterleri ve bayraklarla süslemişti!..
Ama keşke bayram kutlamalarını daracık bir cadde yerine bir süre önce yıkılan Ali Sami Yen Stadı’nın arsasında yapabilseydi!.. Ne yazık ki olmadı... Çünkü o rant arazisi Şişli Belediyesi’nin görevi ihmali yüzünden işgal altında.
Çünkü park ve yeşil alan olması gereken o koca arsaya AKP’li Aziz Tosun ve ortakları trilyonluk rezidans yapıyor!
Sarıgül 19 Mayıs şovunu halkın malı olan o kocaman arazide yapmak ister miydi?
Eminim o kadar büyük Atatürk posterleri ve Türk bayraklarının bile Ali Sami Yen arazisindeki kanunsuzluğu örtemeyeceğini anladı.
Trilyonluk araziyi AKP’li müteahhite bırakıp Atatürkçüleri Halaskargazi’ye sıkıştırmak çok ilginç bir siyaset...
Mehmet Faraç / Aydınlık
Tuncay Güney’den mektup var
‘Ergenekon bir ‘oyun’dur ve herkes üstüne düşeni yapar!’
Dünkü yazımda meşhur Ergenekon Soruşturması’nı başlatan ifadeleri veren ve “sahte haham” olarak bilinen Tuncay Güney’le ilgili birkaç soru sormuştum.
***
Dün sabah erken saatlerde kendisinden bir e-posta aldım:
“Saygıdeğer Mustafa Mutlu
Gazeteciliği kullanıp ajanlık yapmadım.
Türkiye’deki yetkimi ve yetkimden doğan yeteneğimi kullandım.
2001 yılında Türkiye’nin büyük bir köy-feodal yapı ile yönetildiğini saptadım ve Amerika’ya geldim.
ABD’ye gelirken de uluslararası yetki ve ilişkimi kullandım...
Evimde bulunan çuval dolusu belgeler, altı çuvaldı.
İsteseydik 20 çuval bulundururdum.
Unutmayın ben Başbakanlık Devlet Arşivleri’nde görevliydim. O kimliğim de basına verilmişti.
Belgeler ise devletin Türk istihbarat birimlerine ait.
Ayrıca “adamın biri” dediğiniz benim görev dosyamı, yaptığım işleri yetkili makamlardan isteyiniz.
İran-Irak-Suriye-Lübnan’da birçok üst düzey yetkili ile görüştüm.
Hangi yetki ile dersiniz?
Basın mı?
Türkiye’de bulunduğum süre içerisinde istediğim basın kuruluşunda çalıştım. Sabah, Milliyet, Akşam gibi...
Solcudan sağcıya, mafyadan PKK’lıya, Manukyan Hanım’dan bakanlara kadar birçok kimse ile teşrik-i mesaim olmuştur.
Türkiye dışını anlatmadım.
Ergenekon mu?
Bu bir oyun ve oyunda herkes üstüne düşeni yapar. Kemalizm iflas etmiştir. Ekonomi ve siyasi hayatımızı yönlendiren global patronlar ‘başkanlık sistemi’istiyor. Rejim değişiyor. Kürtler haklarını alacak.
Özal’a Amerika, “Türkiye’yi ya büyüt ya küçültelim” dedi.
Türkiye büyüyemedi, küçülecek.
Özal’a, “Büyük Ortadoğu Devleti olsun” demişlerdi; olmadı.
BOP dayandı kapımıza...
Unutmayın ki; benim dosyam devlet sırrı kapsamında... Ben bir görev adamıyım ve halen işimi yapıyorum...”
***
Gördüğünüz gibi Tuncay Güney sözüm ona beni yalanlamak için gönderdiği bu mektubuyla, içinde bulunduğu kirli ve karanlık çevrenin benim yazdığımdan çok daha büyük ve vahim olduğunu haykırıyor.
Görevinin ne olduğunu ve kimler tarafından görevlendirildiği belirtmiyor ama görevinin sürdüğünü söylüyor!
Önce gazeteciliği kullanıp ajanlık yapmadığını iddia ediyor; ne ilginçtir ki sonra da çuvallardan, Türk istihbaratına ait gizli belgelerden, özel görevlerden söz ediyor.
Yüzlerce aydının bir “çuval”a doldurulduğu Ergenekon için, “Bu bir ‘oyun’ dur ve herkes üstüne düşeni yapar” diyebiliyor...
Verdiği ifadelerle o insanların yıllardır cezaevinde çürümesine ve ailelerinin perişan olmasına aldırmıyor...
Her satırı, her sözcüğü o dünyadaki pisliği anlatıyor ama o, “kendisini küçültücü ifadelerimden” şikâyetçi olabiliyor!
Mustafa Mutlu / Vatan
Yargıtay karar vermiş, “Sayın Öcalan” demek serbest olmuş. Hemen faydalanalım: “Bugüne kadar sizin yüzünüzden kaç şehit verdiğimizi saydınız mı? Saymadıysanız sayın Öcalan...”
Haldun Ertem / Milliyet (Açık Pencere)
Eleştirel, fikri yaratıcılık bile şiddetten esin almaya başlamışsa... siyasetin kişilere endeksli olması neden şaşırtıcı olsun... Bu “omurgasız, dışlayıcı itiraz kültürü” nün, ilkelerle kurduğu yumuşak ve samimi ilişki, sembolik şiddetin alt yapısını oluşturuyorsa, ilkesizliğin toplumu kuşatması neden anlaşılmaz olsun...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak
Bekir Coşkun savunmasını yaptı
Hakaretse polis neden koymuş köpeğine
“Paşa” başlıklı yazısı nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı’nın hakkında suç duyurusunda bulunduğu Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun yaptığı yazılı savunmada kendisine yüklenen suçlamaları kabul etmeyerek, hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesini istedi.
Savunmasında “Özgürlüğün, bir canlının en değerli hazinesi olduğunu anlatmak istedim” diyen Coşkun TSK’da “Paşa” rütbesini bulunmadığını hatırlattı ve “Bu sıfat halk arasında birçok kişi tarafından köpek ismi olarak kullanılmaktadır.
Emniyet Müdürlüğü’nde kokain arayan ve teşkilatın gözdesi olan bir köpeğin adı da Paşa’dır. Bu ismin bir hayvana verilmesi TSK üyelerine hakaret olarak algılanıyorsa kamu görevlisi olan polisler, köpeklere neden paşa ismini vermiş anlamış değilim” dedi.
Goethe ve Göbbels’ten örneklerle Silivri
Silivri’de tutuklu Mustafa Balbay kendisini ziyaret eden SPD Alman milletvekiline, onun en iyi anlayacağı dille konuşuyor, Goethe ve Göbbels’ten aktarmalarla.
Balbay önce insani duygularını Goethe diliyle aktarıyor, “acıyı yaşamak ayrı bir eğitimdir”. Sonra ekliyor, “ben şimdi bu dönemi yaşıyorum. Silivri benim için ikinci üniversite oldu”.
Tutukluluğunun siyasi yönünü anlatırken, aktarma Göbbels’ten:
“Öyle bir yalan söyleyeceksiniz ki, herkes inanacak, herkes, ortada bir şey olmasa, tutukluluk olur mu, diyecek”.
Balbay Göbbels’den Türkiye’ye geliyor. “Türkiye’de bu yaşanıyor. Ben beş kişi ötemde Danıştay katil zanlısı ile geride Cumhuriyet’e bomba atan zanlı ile birlikte yargılanıyorum”.
Yalçın Doğan / Hürriyet