Haksızlık karşısında susan şeytanın dilleri...
Selefleri ‘alın dünyayı sizin olsun’diyerek ‘iki lokma bir hırka’ ile iktifâ ettiler ve tamamladılar ömürlerini. Onlar yaraları sarar, dertleri avuturlar, söz yerine
iyilik, takvâ ve gufran dökülürdü dudaklarından...
Onlardan bir tânesi kendisine kerpiçten oda yapıyordu ve bir diğeri bu ‘dünyevî meşgale’yi gördüğünde:
‘Ahh! Keşke senin ellerini kendi pisliğinin içinde görmüş olsaydım’ demişti. Bu ikaz yetmişti diğerine; dünyaya ait olan bu faaliyetine son vermişti.
Dünya işi, dünyanın sonu idi belki de onlar için, dünyanın sonunu da getirdiler; ne bir iz kaldı onlardan geriye ne de bir âlâmet...
Göçüp gittiler...
***
Yeni bir sınıf oluşturdu mukallitleri yüzyıllar içinde...
“Dehrin hây u hüyûna meçhûl-i hande” lerdi onlar ve dervişlerdi bu yeniler de, fakat bir farkları vardı; ne de olsa modern dünyaya aittiler, ‘bülend servilerin’ gölgelerinde değil, muhteşem ‘hâne-i saadetleri’nde yaşıyorlardı. Kerpicin içinde uğraşan ellere, pisliğin içindeki elleri tercih eden insanların üzerinden o kadar çok zaman geçmişti ki!..
Hem din düşmanlarını kendi silahlarıyla vurmalı idi artık; zamanın en büyük silahı para ve güç değil mi idi; onlar da öyle yaptılar... Paraya ve güce kavuşmak için her yolu denediler; dünyanın içine battılar; paranın içine battılar...
Hizmet için para gerekiyordu; kurslar, okullar, yurtlar, vakıflar...
“Erenlerin holdingleri” için de çok ama çok para gerekiyordu...
Önce müşteri, yani pazar oluşturulmalıydı. Bunun yolu kelle sayısının artmasına bağlıydı; seferler düzenlenmeliydi... Her sefer bir o kadar kelle demekti; bir o kadar kelle de bir o kadar para ve güç demekti...
Fakir kelleler bu zenginliğin hesâbını soramazlardı. Nasıl sorsunlardı ki!
Hazretler, fakir kellelerin saadeti için küçümsüyorlardı serveti, dünyayı; bizzat kendileri içinde yaşayarak bu zenginliğin; tüketiyorlardı serveti, fakir kelleleri zehirlemesin diye!
Tabiî böylesi bir fedakârlığın(!) karşısında sefalet yalnızca bir mefhuma dönüşüyordu; ağzı ve dili olmayan, bağıramayacak ve isyan edemeyecek zararsız bir mefhuma...
Bilgi dünyasını örümcek kabiliyeti ile yasaklar ağı ile kuşatmışlardı ve “içtihat kapısı kapandı” diyorlardı bunun adına. Bağlıları, tâlimatlarını bir papağan sadâkatiyle tekrarlarlardı; top yekûn iman, top yekûn teslimiyet; en zinde mukâmetleri bile güve gibi kemiren bir teslimiyetti bu. Atalarımızdan miras kalan ‘hürriyetten kaçış’ gibi bir ezelî psikolojinin bizden sonraki nesillere bırakacağımız ‘ayak izleri’ meyânındaki teslimiyetti; hazretler teslim alıyordu irâdeyi, aklı, tercih melekelerini...
Bin küsur yıllık seleflerinin, sözde ilimci mümessilleri bugünküler hiç bir susuzluğu gidermeden avâre ırmaklar gibi akmadalar. Tekrarladıkları faraziyelerin tamamı üç beş cümleye sıkıştırılabilecek sığlıkta; dünya hayâtının mânâsı yoktur; insanlar bedbaht, kabahatli, günahkâr, temizlenmeğe muhtaç ve cehennemin kahredici ateşinin hemen kıyısında seyreden yardıma ve himmete muhtaç varlıklardır yalnızca. Tabîi bu yardım, ‘hâne-i saadetler’den himmet şûaları hâlinde saçılıyordu binlerce kilometrelik alandaki yardıma(!) muhtaçlar ordusuna...
Gençlik bunlar için hem tehlike hem de birinci derecede avlanma sahası. İstedikleri; özgür düşünceye ve -tavsiye dışı- kitaba soğuk bir gençlik; birileri gençler için zaten düşünmüş, üretmiş ve tebliğ etmişlerdi zaten. Gençlerin omuzlarının üzerinde taşıyıp durdukları kafalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu, bilgiye de ihtiyaçları. Çünkü kafa bu; ne düşüneceği belli mi olurdu?! ‘Modern’ deyû tesmiye edilen her kim ve her ne var ise tehlikeli; ya imanları sakat, kalpleri paslı ya da gâfildi...
Varsın adâlet hissi kabolsun, varsın itimat hissi iptal olsun, varsın merhamet hisleri zedelensin, varsın yetim hakkı fetvâlarla komisyona dönüşsün, varsın makaralarına âyetler saranlara karşı dut yemiş bülbül olsunlar ve varsın haksızlık karşısında susan şeytanın dilleri olsunlar hazretler...
“El-ûlemâ veresetü’l enbiyâ” Hadisinden ürettikleri sayısız sıfatlarla kendilerine yükledikleri ‘vâris’statüleri, sanki ‘haksızlık karşısında’susmalarını tebyîn ediyormuş gibi; derîn, mânidâr ve zifirî karanlık içinde sükût etmekte çağdaşımız “erenler” . Haksızlık karşısında toplumu sürükleyebilecekleri ‘hidayet önderliği’ne soyunmağa hiç mi hiç niyetleri yok. Mâbetlerinden ses sâdâ çıkmıyor. İpotek altına aldıkları irâdelerin tüm tepkilerini törpülemekle-dizginlemekle meşguller; susturuyorlar ve sindiriyorlar...
Hazretler mâbetlerinde rahatsız edilmek istemiyorlar; kapılarındaki tabelânın her iki yüzünde de sanki aynı kelime yazılı:
‘Meşgul’... Tanrı mı? O mâbette değil!..