Hakkını yemeyelim!
Başbakan Erdoğan devletin gücünü gösterdi! İstanbul’a 30 bin polis yığarak... Taksim’i demir
parmaklıklarla kapatarak... Kente girişi kısıtlayarak
5 Haziran 1977 seçimlerinin üç beş gün öncesi... Dönemin MİT Müsteşarı, çok önemli bir bilgi arz etmek için Başbakan Demirel’den randevu ister.
Başbakan, müsteşarı hemen kabul eder.
Müsteşar gelir ve Başbakan’a şu bilgiyi verir:
“Efendim, 3 Haziran’da CHP’nin Taksim’de yapılacak mitinginde Sheraton Oteli’nin üst katındaki bir odadan Ecevit’e uzun menzilli silahla ateş edileceği şeklinde bir istihbarat var.”
Bu bilgi üzerine Başbakan, Çankaya’ya Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e çıkar.
“Sayın Korutürk, Ecevit’e miting sırasında ateş edileceğine dair bir bilgi var. Bütün önlemleri aldım. Genelkurmay, İçişleri ve MİT’e yazı yazdım. Ama kurşun öyle bir olaydır ki, bütün önlemlere rağmen, bazen hedefini bulur.”
Sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“Sayın Korutürk, ortalığı ayağa kaldırmanın manası yok. Bu işi gizli tutalım. Ama Sayın Ecevit’e bilgi verelim.”
Cumhurbaşkanı ile Başbakan bu konuda görüş birliğine varırlar.
Demirel bu bilgiyi bir mektupla Ecevit’e bildirir.
* * *
Ecevit mektubu kamuoyuna açıklar, sonra da şöyle der:
“Ben ve karım, 3 Haziran günü Taksim’de olacağız.”
Bülent Ecevit, eşi Rahşan Ecevit’le birlikte o gün Taksim’de kürsüye çıkar ve toplanan olağanüstü kalabalığa konuşur.
Korkulan miting, hiçbir olay olmadan sona erer.
Herkes rahat bir nefes alır.
Başbakan Demirel, aldığı bilgiyi bütün siyasi risklere rağmen Ecevit’e bildirmiş ve kararı CHP liderine bırakmıştı.
Ama hiçbir zaman Taksim’i kapatmayı düşünmemişti.
Devletin gücünü, gerekli tüm önlemleri aldırarak ve mitingi yaptırarak göstermişti.
* * *
Hakkını yemeyelim, dün Başbakan Erdoğan da devletin gücünü gösterdi!
İstanbul’a 30 bin polis yığarak...
Taksim’i demir parmaklıklarla kapatarak...
Kente giriş çıkışı kısıtlayarak...
Vapur seferlerini iptal ederek...
Taksim’e çıkan yolları keserek...
İşçilere su sıktırarak...
Göz yaşartıcı bomba attırarak...
Ve de kıyasıya coplatarak...
Böylece AKP iktidarı, ilan ettiği “Emek ve Dayanışma” gününün canına okudu.
Bütün dünyada olduğu gibi Türk emekçileri de ellerinde kırmızı karanfilleriyle şarkılar, türküler söyleyerek yürümek istediler.
Ama yapamadılar.
Erdoğan’ın öfkesinden onlar da nasiplerini aldılar.
* * *
Sonuç: AKP iktidarı, tüm dünyada büyük coşkuyla, bir şenlik havası içinde kutlanan 1 Mayıs’ı emekçilere zehir etti.
“Ayaklara” haddi bildirildi. Zaferleri mübarek olsun.
Kendilerini kutlarım!
* Tufan Türenç/ Hürriyet
++++++
Eller, ayaklar, başlar
Bizde “Akılsız başın cezasını eller, ayaklar çeker” diye bir söz vardır.
Nasıl da doğru.
Durup dururken “sorun üretmek” kodları genlerimize yazıldı anlaşılan...
Son örneği, yaşadığımız “1 Mayıs...”
Neresinden bakılsa “kaşınmış olma” görüntüsü...
Önce 3 büyük işçi kuruluşu “1 Mayıs’ta Taksim’de” parolasını gündeme oturttular.
Israrlı oldular.
Yönetim, “İstihbarat kuruluşlarımız provokasyon duyumları aldı. Taksim’de olmaz. Başka miting alanları gösterelim” yanıtını verdi.
Cevabı, “Hayır... İlla ki Taksim” oldu.
Bunun üzerine R.T. Erdoğan, siyaset yaşamında sık sık başını belaya sokan dilini gene tutamadı, ortalığı toza dumana bulayan “Ayaklar baş olamaz” lafını ediverdi. Aslında söylemek istediği şey, “Yasalara göre mitingin yapılacağı yeri gösterme yetkisi devletin ilgili kurumlarındadır” idi... Ama hukuk devletinin bu kuralını bile, olabilecek en kötü ifade kalıplarına döktü. Sendikalar da “ayaktakımı” söylemini “hakaret” olarak algıladılar.
Kim “Haksızdırlar” diyebilir? Karşılıklı inatlaşma sürdü. Sonunda ipler koptu.
Keşke... Erdoğan bu çok “talihsiz” lafı etmeseydi. Tepkilere davetiye çıkarmasaydı.
Ve... İşçi kuruluşları da Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın verdiği yetkiyi kullanan devlete meydan okuyacak yerde “devletin bu yasağını” hukuk yollarıyla aşmaya yönelselerdi. “İdari yargıya” başvurarak “yürütmeyi durdurma kararı” alsalardı.
Gerçekten devletin tüm icraatı gibi bu yasayı uygulamaktaki “yasak” kararı da idari yargı denetimi kapsamındadır.
Sonuçta ortaya çıkan tabloya bakınız...
İktidar, otoritesini göstermiş, meydanları, sokakları “meydan okuyanlara” kapatabilmiştir.
Ama... Nasıl?
Türkiye ve dünya gazetelerinde, TV’lerinde bunun cevapları görüntülerle yayımlanıyor.
Ya hukuk devleti ilkelerine meydan okuyan sendikacıların sonuçsuz kahramanlıkları!
Yazının başındaki “Akılsız başın cezasını eller, ayaklar çeker” atasözüne dönelim...
Bu olayda eller, ayaklar ve başlar o kadar çok ki... Kimin ne olduğu anlaşılmayacak kadar hepsi birbirine karıştı.
* Güneri Civaoğlu/ Milliyet
++++++
Ezop masalı gibi
Demokrasimiz hâlâ çocukluk hastalıklarını yaşıyor.
O nedenle dünkü 1 Mayıs görüntüleri için çocukluğumuzda okuduğumuz bir öyküyü düşünüyorum.
Hani o insan gibi düşünen ve konuşan, böylece insanlara mesaj veren Ezop Masalları’ndan esinlenerek La Fontaine’in yazdığı “iki inatçı keçi” öyküsü...
Elbette burada kimseye “keçi” deme kastım yok.
Simgesel olarak bu çocuk öyküsünü, büyüklere ders olarak yansıtıyorum.
İki uçurumu birbirine bağlayan daracık köprüde iki keçi karşılaşır.
Birbirlerine yol vermezler.
Sonunda ikisi de düşer.
1 Mayıs’tan kalan manzaralara bakınız...
Hangisi köprüde kalabilmiş?..
Sendikalar mı?.. İktidar mı?
Birincisi, örneğin DİSK Başkanı Çelebi, “500 bin işçiyle Taksim’deyiz” diye dayatmıştı.
15-20 kişiyle Şişli-Osmanbey arası birkaç yüz metre ancak yürüyebildi.
İkincisi, “Taksim’e bırakmayız” sözünün arkasında durabildi ama ne pahasına?..
İstanbul’u felç ederek, hastane acil girişlerinin önünde bile biber gazı sıkarak, genç kızları coplayarak elde edilen imaj, sadece “Pirus zaferidir”. Epir Kralı Pirus, çok acı veren ve çok kanlı bir savaştan sonra, “Tanrım bana bir daha böyle zafer verme” diye yakarmıştı.
2 Mayıs sabahına her iki taraf da çok şeyler kaybetmiş olarak gözlerini açacaklar.
++++++
Hıyar da sensin, geri zekâlı da...
Bundan yaklaşık 20 gün kadar önce gazetelerde TRT’nin bir türkücüyle program başına 65 bin YTL’ye anlaştığı haberi çıkmıştı. O türkücü de hemen bir demeç patlatmış ve “Ben o paraya o programı yapmam, 150 bin YTL alacağım” demişti...
Ben de 16 Nisan’da, “Bu ülkede ayda 240 bin YTL’lik geliri hakaret sayacak kaç babayiğit var” diye sormuştum...
Bu terbiyesiz adam, dün bir açıklama yapmış ve isim vermeden bana ve benim gibi düşünenlere “Hıyar” demiş ve eklemiş:
“Sana ne lan? Sana giren çıkan ne? Geri zekâlı, sen bunu yazmakla neyi yazıyorsun? İçine sığdıramadığın ne?”
Ey küstah adam... İsim vermeden hakaret ettiğin “yazar” bensem, dinle:
Sana “girip çıkan” değil benim derdim!
Benim derdim; vatandaşın ödediği elektrik faturalarından aldığı parayla ayakta duran bir kamu kurumunun hovardaca yönetilip, yönetilemeyeceği!
Bu yüzden meslek namusum gereği işimi yaparım ve devletin kaynaklarını peşkeş çekenlerden ve bundan nemalanan herkesten hesap sorarım!
Bunun için “Savcı” olmama da gerek yok, “müfettiş” de. Benim sorduğum soruyu sormak, kamu adına görev yapan her gazetecinin işi!
Bu yüzden ’hıyar’ da sensin, ’lan’ da, ’geri zekâlı’ da...
Haddini bil mahalle kabadayısı!
* Mustafa Mutlu / Vatan
++++++
Hasan’a hodri meydan
Bir süre önce İbrahim Tatlıses denilen adam, “Elimde Ahmet Hakan’ın alem kasetleri var” diyerek bana şantaj yapmaya kalkışmıştı... Kişilik ve müktesebatıyla bir parça İbrahim Tatlıses’i andıran Hasan Kaçan da, Tatlıses’e öykünmüş olacak ki, kendisine bahşedilen Star gazetesindeki köşesinden bana sopa göstermeye yelteniyor.
Diyor ki: “Başkalarının yorganını açma Ahmet Hakan... Yoksa senin de yorganını açarlar.”
İçinde “14 yaşındaki kız, taciz, üç karım var kime ne, kerhane, umumhane, adı kötüye çıkmış kadın, zina, sübyancılık, İslam davası” gibi tabirlerin geçtiği onca tartışmayı, “Açma yorganını / Açarlar yorganını” meselesine indirgeyen biriyle laf yarıştırmak faydasız bir iştir...
O nedenle en iyisi faydalı bir çağrıyla olayı noktalamak: Bak Hasan Kaçan! Bence elinden geleni ardına koymamalısın! Yorgan falan dinlememelisin! Yorganımı açmalısın! İstersen yanına Mustafa’yı, Ali İhsan’ı, Hasan’ı da al! Hadi göreyim seni Hasan Kaçan!
* Ahmet Hakan / Hürriyet