Günümüzün “Müsürus”larını da yazsana
Hilmi Yavuz, Zaman’daki köşesinde, amiyane tabirle “İlber Ortaylı’ya kapak olsun diye” bir Tanzimatçı tipolojisi çıkartmış:
“Ondokuzuncu yüzyılda Tanzimatçı ‘Büyük’ Reşid Paşa, Keçecizade Fuad Paşa, Ali Paşa gibi Osmanlı bürokratlarının hariciye politikaları, özellikle Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilerde, gönderildikleri ülkelerin yöneticilerine şirin görünen temsilciler vasıtasıyla yürütülmüş gibi görünüyor. İlber Ortaylı, Sultan Abdülaziz’in İngiltere ziyareti vesilesiyle ‘Milliyet’te yayımlanan yazısında, Osmanlı hükümdarının Londra’daki karşılanışı sırasında olmadık bir protokol hatasının bulunmadığını belirtirken vurguladığı şu husus, son derece dikkati çekicidir.
Ortaylı, ‘Bizzat Mehmed Emin Ali Paşa ve Keçecizade Fuad Paşa gibi bütün Avrupa’nın hayranlığını kazanan diplomatlar, tecrübeli hariciyeciler, bu arada Kraliçe Victoria’nın çok beğendiği büyükelçi Kostaki Munurus [Müsürus? H.Y.] Paşa’nın bulunduğu yerde, olmadık protokol hataları olmaz, olmadı da,’tespitinde bulunuyor o yazısında...
(...)
Esad Cemal Paker, Abdülhamid’in hükümdarlığı döneminde Londra Büyükelçiliği görevini sürdüren oğul Etienne Müsürüs Paşa’nın Türkçe bilmediğini yazmaktadır. Evet, Osmanlı’nın İngiltere büyükelçisi, Türkçe bilmemektedir! Paker, büyükelçi ile tanışmalarını şöyle anlatıyor: ‘Paşa, beni derhal kabul etti; meğer beni dört gözle bekliyormuş. Bu iştiyakın sebebi, bugün inanılmayacak kadar gariptir: Türkiye’nin Londra sefiri Türkçe bilmiyordu; maiyetinde de dert anlatacak, iş gördürecek, kendisine Türkçe ders verecek kimsesi yoktu. Bana Fransızca olarak bunları yanıp yakıldı.’
Paker’in yazdığına göre, Müsürus Paşa’nın Paker’e ilk sorusu şu olmuş:
‘- Türkçe bilir, okur yazar
mısınız?’
Paker, ‘birdenbire ve haklı olarak şaşırdım,’ diyor ‘ve şaşkınlıkla ne söyleyeceğimi bir an bilemedim ve kısa bir duraklamadan sonra:
‘-Elbette bilirim, cevabını verdim, ana dilimi bilmez olur muyum?’
Kıssadan hisse: Pekiyi de bütün bunlar ne anlama geliyor?
Şu anlama geliyor: Tanzimat’ın yüksek bürokrasisi, her şeyiyle Batı’ya teslim olmuş, Avrupa’nın istediklerini, mecbur oldukları kadar da gönüllü olarak yerine getirmekte tereddüt göstermemişlerdir. ‘Genç Osmanlılar’ın ve elbette Ahmed Cevdet Paşa’nın, Tanzimat Bürokrasisiyle meselesinin özü, buradadır...
‘Victoria’nın takdir ettiği ve protokol bilen büyükelçiler’, ama ‘Türkçe bilmeyen büyükelçiler!’ Galiba, ‘monşer’liğin tarih öncesi budur.”
Haksızlık olmasın “monşerliğin” değil “teslimiyetçiliğin” tarih öncesine gider bu yazının sonu...
Hilmi Yavuz keşke bu anekdotu Türkiye Cumhuriyeti’nin protokol kurallarını yerle bir ederken, ‘İngiliz Saray Protokolü’uğruna ilkelerinden vazgeçen “Yeni Anayasacı” günümüz Müsürus’lerine ithaf etseydi...
Onların da “Türkçe”nin bilincinde oldukları söylenemez değil mi!
Sana bir haller oldu ya...
Geçenlerde “28 Şubat’ta darbecilerle iş tutan gazetecilere dokunmayın” çağrısı yaptı, şimdi de “İzmir Belediyesi’ni rahat bırakın” diye posta koyuyor. Hem de bakın hangi gerekçeyle:
“İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde olduğu iddia edilen yolsuzlukların İstanbul’un en küçük ilçe belediyesinde olanlardan bile önemsiz olduğu kanısındayım.
Ama nedense namusuyla tanınan Aziz Kocaoğlu sürekli operasyonların merceğinde.
İstanbul’da eşine rastlamadığımız baskınlar, gözaltılar, tutuklamalar İzmir’de gerçekleşiyor.”
Alenen “Sen önce kendi belediyelerindeki pislikleri temizle” mesajı veriyor AKP’ye!
Hem de nerede?
AKP’yi destekleyen, AKP’ce desteklenen Star gazetesinde!
Böyle dikine dikine yazmaya başladığına göre, Babahan emekliliğe mi niyetlendi ne?
Bu çıkışlar da “bari kovulayım da onca yıldır verdiğim ödünlerin bedelini tazmin edeyim” hesabının eseri herhalde!
ABD başka bir halkı kurtarmaz inşallah!
Amerika’nın ağır abilerinden Colin Powell’ı hatırlıyor musunuz? Hani şu, Genelkurmay Başkanlığı’ndan sonra George W. Bush’un Dışişleri Bakanı yaptığı Powell...
En ciddi haliyle televizyonların karşısına geçmişti. Elinde işaret çubuğuyla dev ekranlar üzerinde birtakım çizimler, haritalar, fotoğraflar ve yarı silik dokümanlar gösteriyordu.
“İşte” diyordu, “Saddam’ın elindeki kimyasal silahlar!”
Haliyle Irak halkının Saddam’ın elinden kurtarılması gerekiyordu! Bush ve Powell, Irak halkını kurtarmaya, ülkeye özgürlük ve demokrasi getirmeye karar verdiler. “Irak’ı kurtarmak” 7 yıl sürdü. Irak önceki gün kurtulmuş olmalı ki, ABD askerleri ülkelerine dönmeye başladılar.
***
Şimdi bakalım Irak halkı nasıl kurtuldu, özgürlüğüne nasıl kavuştu?
Ölen Iraklı sayısı 1 milyon
civarında.
7 yıldır her kentinde her gün birkaç patlama yaşanıyor, siviller ölmeye devam ediyor. Saddam’ın fakir halkı şu anda daha da fakir.
ABD’nin savaş boyunca harcadığı para 1 trilyon dolar.
“Özgür Irak” şimdilik üç parça. Sünniler Şiilere, Şiiler Sünnilere, Araplar Kürtlere, Kürtler Araplara, Türkmenler Kürtlere, Kürtler Türkmenlere düşman...
Irak’a öyle bir demokrasi geldi ki Kuzey Irak’ta bile seçilmesi şüpheli olan Celal Talabani, ABD geldiğinden beri Irak’ın Cumhurbaşkanı!
Artık Irak’ta hiç kimse kendini sadece ismini söyleyerek tanıtmıyor. Mutlaka adının başına Sünni Arap, Şii Türkmen , Sünni Kürt, Şii Arap diye eklemek zorunda kalıyor. Meslek tabelaları da öyle; Sünni Arap Doktor, Şii Kürt Avukat gibi...
***
Irak’ın ve Irak halkının hali
içler acısı.
Ama, ABD memnun...
Neden memnun olmasın ki. Irak’a girerken, güttüğü iki hedefe de ulaştı:
1- Irak, İsrail için tehdit olmaktan çıktı,
2- Irak petrolleri, ABD ve İngiltere’nin kontrolü altına alındı.
***
Irak’ı bu hale getiren ABD, “kibarlığı” da elden bırakmadı.
Televizyonların karşısında bütün ciddiyetiyle Saddam’ın kimyasal silahlarının yerlerini koridorlarına kadar gösteren Powell, “Ben özür diliyorum” dedi.
- İstihbaratımız yanlışmış. Yanılmışım!
***
ABD, Irak sayfasını böylece kapatmaya hazırlanırken kapıda Suriye ve İran var. Amerika, “Suriye ve İran halkını da kurtarmaya” niyet ediyor gibi.
Şimdi, “Ya ABD Irak’ı kurtardığı gibi Suriye ve İran’ı da kurtarmaya kalkarsa” sorusu gündemde. Çünkü herkes Irak halkının nasıl kurtarıldığını gördü. “Ya bizi de kurtarırsa” diye korkuyor.
Fikret Bila / Milliyet
Türkiye ateş hattında
Binlerce uyarı içinde en vurucu olanı; Türk gazetelerindeki “Füze kalkanına teşekkür etti” haberi ile Rus gazetelerindeki; “Biz de harbe hazırlanıyoruz” manşetiydi.
Teşekkür: ABD’den geldi!
Savaş tehdidi Rusya’dan!
İkisi de Türkiye’ye vidalı.
Sanki dünyada patlayacak yeni bir paylaşım boğazlaşmasının iki eski süperi ABD ile Rusya, “Türkiye üzerinden” birbirleriyle yeni bilek bükme denemesine girecekler.
ABD’nin ikinci adamı geliyor.
Çantasında Suriye, İran var.
Türkiye’yi övüyor.
Ardından ABD’nin üçüncü adamı geliyor, “Türkiye’ye NATO füze savuma radarına ev sahipliğinde gösterdiği işbirliğinden (Malatya’ya kurulmasına izin verdik) dolayı teşekkür ederim” diyor.
Onun çantası da aynı.
Suriye ile İran dolu.
ABD’nin Savunma Bakanı Leon Panetta, yanında bizim Cumhurbaşkanı “Türkiye’nin sırtından kalkan resti” çekiyor; kalkana teşekkür söylevini “beğenseler de beğenmeseler de kabul edecekler.” sözleriyle noktalıyor.
***
Avrupa ülkeleri kabul etmedi.
Füze kalkanına izin vermediler.
Türkiye’yi yönetenler razı oldu.
Neyin karşılığı!
Hangi hesaba dayanıyor!
Türkiye kalkanı kendi topraklarına koydurmaya mecbur muydu!
Bu sorular cevapsız kaldı.
“Füze kalkanının Türkiye’de kurulmasını beğenmeyen” Rusya ve İran’ın düşüncesine göre, “ABD’nin desteğinde İsrail, İran’daki nükleer tesisleri vurmaya” hazırlanıyor.
Bir savaş ateşi pişiyor.
Türkiye “füze kalkanını topraklarına koymakla” savaş ateşinin içine kendi iradesi dışında çekilmiş oluyor. ABD ile İsrail “Türkiye’yi savaş ateşinin içine atıyorlar” ve ABD Savunma Bakanı, “savaş ateşine girmeyi kabul eden Türkiye’yi yönetenlere” teşekkür ediyor.
İsrail İran’a saldırır.
Ateş alev alır.
Rusya’da aleve seyirci kalmaz.
Nitekim ABD Savunma Bakanı’nın Ankara’da “Kalkana teşekkür ederiz” dediği saatlerde; Ermenistan’daki Rus birliklerinin Türkiye sınırına kaydırıldığı, Osetya ve Abhazya’daki askerlerini ise “savaş pozisyonuna” geçirildiği, Karadeniz’deki Rus savaş filosunun da “teyakkuzda” olduğu yönünde haberler yayıldı.
***
Yeni ambalaj: Arap Baharı!
Bahar içerden bölüyor.
Libya, Mısır, Yemen!
Baharla içerden bölündüler.
Eski kirli diktatörler gitti.
İki ülke direniyor.
İran’ı bölemediler.
Suriye’yi parçalayamadılar.
Suriye yönetimi; her gün 40-50 kişinin öldüğü bir iç savaşa rağmen Libya’da, Mısır’da, Yemen’de olduğu gibi “ülkeyi terk edip gideceğe” benzemiyor. Iran’ı ve Suriye’yi “dış askeri müdahale” ile bölmek niyetindeler. Türkiye’yi de; toprağına saldırgan İsrail’i koruyacak kalkan koydurarak ve komşusu Suriye toprağında tampon bölge yaratarak; “dış askeri müdahale yapan ülke” pozisyonuna itmeye çalışıyorlar.
Teşekkür ateş kokuyor!
Türkiye ateşe sürüldü!
ABD’nin taşeronu muyuz?
Necati Doğru / Sözcü
- Fransa’nın sembolü neden horozdur?
- Çünkü horoz, iki ayağı pisliğin içinde oluğu halde ötebilen tek hayvandır...
Melih Aşık / Milliyet
Yetmez ama evet...
“Savaş suçlusu” ilan edilen Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Ankara’ya inen Başbakanımız, “Hitler”e benzetilen İsmet İnönü’nün önünden geçip, “diktatör” damgası yapıştırılan Atatürk’ün mozolesine çiçek koyduktan sonra, “katliam” arşivlerini açmamakla suçlanan Genelkurmay’a gelip, “soykırım”cı denilen Fevzi Çakmak Salonu’nda YAŞ’a katıldı.
Bilahare... Sarkozy’ye mektup yazan Başbakanımız, “Türkiye’de soykırım yok” diyeni hapse tıkacak yasaya dikkat çekti, Türk ulusunu hedef alan hasmane tutumları hayretle karşıladığını söyledi.
Yetmez ama evet yani.
Yılmaz Özdil / Hürriyet