Güneydoğu'dan şehit ve gâzi manzaraları
“Et parçalarının arasında/Yüzbaşı Murat’ın göğsünden aşağısı kopuk/Naaşını buldu/Künyesi boynundaydı Murat abisinin/Bekir Üsteğmen kucakladı üçte ikisi eksik vücudu/Yağmur gibi yaş boşanıyordu gözlerinden/gök gürültüsü gibi hıçkırıyordu. (...) Yüzbaşı Murat’ın bir göğüs, bir boyun ve/Mağrur bir baştan ibaret naaşını/Sedyeye koydular/Mustafa Kemal’in anısına yapılan/Büstler gibi duruyordu/Sonra şehit Yüzbaşı/Murat’ın miğferini buldular/Miğferinin içinde eşinin ve iki çocuğunun fotoğrafı/Bir de elli altmış sayfalık anıları vardı.”
Orda bir Güneydoğu var uzakta. Orda bir büyük mücadele sürüp gitmekte tastamam yirmi üç yıldır. Gitmekte ya, çoğumuz çok yakından ve ayrıntısıyla bilmemekteyiz oralarda neler olup bittiğini. Aptal kutusu ekranlardan izlemekteyiz dizi film izler gibi. Bu ekranların çoğu da, gerçek öyküleri ya hiç göstermiyor ya da işine geleni veriyor. Oysa askerlerin öyküsü öyle olağanüstü, öyle sıra dışı ve öyle etkileyici ki... Yeter ki yazan ve anlatan bulunsun. Emekli Türk askeri Vedat Kuşaklı da öyle diyor zaten:
“Herkesin bir hikâyesi vardı/Herkes geçmişinde anılar bırakırdı/ Herkesin ruhunda fırtınalar eserdi/Dalgalar kabarırdı/Herkesin kafasında bir düşünce ve/Yüreğinde derin izler bulunurdu elbette/Askerlerin hikâyesi böyleydi işte/Her hikâyenin bir sonu vardı/Onların hikâyesinin sonu yoktu/ (...) Türkiye’ye sahip çıktıkça/Onların hikâyesi devam edecekti.”
Kuşaklı, Bilgeoğuz Yayınları arasından çıkan “Yüzbaşı Murat” adlı kitabında, ayrılıkçı terörün gerçek, acımasız ve çirkin yüzünü en çarpıcı biçimde göstermekle kalmıyor; kahramanları da yazıya geçirip belleklere kazıyor, tarihe veri ve belge sağlıyor. Bu o kadar önemli ki... En ciddi ve yaşamsal mücadelede bile belleğimiz nisyan ile malûl. Anmıyoruz, yanmıyoruz yeterince ve çabucak unutuyoruz. “Unutulmak çok acı” der ya o şarkıda, güneydoğu şehitleri ve gâzileri için unutulmak acı ve kahredici. Kuşaklı’nın yazdıkları okununca pekişiyor bu gerçek:
“Tendürek’te şehit düşen Halil’in/Tabutunun açılmaması ve/Naaşının yakınlarına gösterilmemesi gerekiyordu/Emir böyleydi/Komutanları böyle istemişti/Çünkü; yüzü, gözleri, kafatası, çenesi/Tamamen parçalanmıştı Halil’in/Mayın tâ kafasının altında patlamıştı/ (...) Bir kadın yapışmıştı/Sorumlu subayın dizlerine/ Şalvarlıydı, başörtülüydü, ayağında lastikleri vardı/Kıpkırmızıydı ve ağlıyordu gözleri/Yaşı belki otuz beşti, belik kırktı/ (...) Kumandanım! Ellerini, ayaklarını öpeyim/Hatta döv beni/İstersen şuracıkta öldürüver/Ama açıver şu tabutu/Görüvereyim Halil’imi/Olsun/Yüzü, gözü parçalanmış olsun, ne çıkar/Ben onun anasıyım/Yanık etinin kokusu da yeter/Kemiklerini elleyivermekte yeter/Yeter bana kumandanım.”
Vedat Kuşaklı’nın bu yazdıklarına şiir denir mi? Bunca yılını şiire ve yazıya vermiş biri olarak buna ’evet’demem mümkün değil. Devrik cümle kurmakla, cümleleri kırıp dize şekline sokmakla bir metin şiir olmaz. Ne ki, ben Kuşaklı’nın yazdıklarına şair gözüyle bakmıyorum; Türk ve Türkçü gözüyle bakıyorum. O, ’Yürek Sözlerini’demiş. O yürek tertemiz, Türkiye ve Türklük sevgisiyle dopdolu. Bu da bize ve bana yeter. Okuyun bu kitabı. Benim aktardıklarım deryada katre, daha ne yakıcı ve acıklı öyküler var.
Ve bir de düzeltme isteği: 164. sayfada Ziya Gökalp, Bitlisli olarak yazılmış, Diyarbakırlı’dır bilindiği gibi.