Gül'ün adı Mehmet
Hey gidi Koca Reis; hani düşmanlarımızı sevindirmeyecektin! Ülkücü hareketin seçkin kadrolarını eksiksiz bir araya getirip Türk Milliyetçilerinin hem muktedirliğini hem de iktidarını görecektik... “Amerikalının, Avrupalı’nın, Arabın Birliği var da Türk’ün niye yok” yakınmalarına son verip arslanlar gibi, Kartallar gibi, Bozkurtlar gibi Türk Birliğini kuracaktık hani? Dünya barışını tesis ettiğimizde sen Beşiktaş’ın şampiyonluğunun keyfine varacaktın...
Yerköy’den Yozgat’tan çıkıp, Süleyman Nazif’in, Ziya Gökalp’in memleketine okumaya giderken “Teşkilatı kuracağım” demiştin ya hani... Bölücülüğün tohumları üzerine kezzap dökme kararlılığıyla Diyarbakır’a Ülkü Ocağını kurduğunda düşmanın yüreğine korku dostunkine güven salmıştın o vakitler... Ardından derin izler bırakıp dudaklarında “Sürmeli” türküsüyle İstanbul’a doğru yol alırken yaşın belki de Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta bile değildi...
Canına yandığımın İstanbul’u kuzey-doğudan esen rüzgarlar komünist bulutlar getirirken yerli sürgünlerin fidanları kök salmalıydı toprağa...
Yüzlerce yıllık dalları budanmış, çınarlara gövdesi çürümeye yüz tuttmuş ağaçlara Anadolu aşısı yapılmalıydı. Ocak’ta harlanan ateşte ülkü çeliğine çifte su vermek lazımdı. Kılıcın iki tarafı içeridekine de dışarıdakini de kesmeliydi. Ata’dan “Kılıcın keskin olsun öğüdü” alan Mehmed’e hasım dayanır mıydı? Üzerinde peygamber mührü “gül” ü taşıyan Mehmet; önce İstanbul Hukuk Fakültesi’ni sonra Beyazıt’ı, Aksaray’ı, Fatih’i, Eminönü’nü dar etti düşmana...
Hey gidi Koca Reis; Yedi Tepesine sislerin çöktüğü İstanbul’un her burcunda Ulubatlı Hasan misali bayrağı yere düşürmemek için şehadet şerbetini içenlerin tabutuna omuz verirken, kanlarını yerde bırakmayan da sendin. Bizim bıyıklarımızın yeni terlediği günlerde “Amman haa!” uyarıların uçurumun kenarından dönmemizi sağlarken, herkesin sandığı gibi “sağ-sol çatışması” değil de “emperyalizmin oyunu” olduğunu ilk keşfeden sendin. “Puştluğa dağ dayanmaz” derken puştların hazırlığını anlattığında çoğumuz duyamamıştık darbenin ayak seslerini...
12 Eylül gecesi kervanımızın basıldığında bir çoğumuz etrafa savrulduğumuzda doğrusu senden şanslıydık. İnsan avının başladığı amansız takipte yitik kuşağımız firardayken, ardında anne-babalarımız ve kiminin haberdar olmadığı yarlarımız varken senin eşin ve çocukların vardı Reis!..
İstanbul Emniyetindeki işkencehaneye alındığında, cebinde yeni doğmuş kızına aldığın bir çift küpenin teki vardı. Çözülmenin ve ispiyonun gölgesindeki güneş gibi direnişin, içerideki ve firardakilere cesaret vermişti.
Çakıroğlu, Verkaya, Acar, Ayaydın, Nihat Çetinkaya, Fethi Yıldız gibi gençlik önderlerimiz vardı ama senin Gül’ünün kokusu başkaydı be Mehmet Ağbi! Gül’ünün kokusunun hüzne dönüşeceğini de hesaplayamadık, bunu bize yapmayacaktın be Reis...
Mamak, Malatya, Edirne, Selimiye, Maltepe, Gaziantap, Acıkır, Kayseri Zincirkıran mahpushanelerindeki feryadları duyurabilmek için İstanbul’da ilk dergiyi yayınlayan da oydu...
Gül’ün adı vardı... Mehmet’ti... “Adımız andımız” diyerek çerden-çöpten yeniden kurdu yuvamızı... Ülkü Ocağımızı darbeden sonra ilk defa İstanbul’da tüttüren o oldu. “Yatağına kırgın ırmakları” asli mecrasına akıtmak için sarfettiği çaba sırasında sahiplenerek sorguladığı için “tam o sırada tuvalette” olanların işine gelmedi. Gül’ün dikeninin battıkları O’nu Gül Bahçesinden ayıramadı her şeye rağmen...
Suların biraz durulduğu günlerde sandıklar açıldığında İstanbul’da yüzde bir-iki olduğunun acısını, itlerin kimsesizliğimize güldüğü günlerde hissetmeye başladığımızda, bu kentte atılan tohumların filizlenmek üzere olduğunu, kökleri toprağın çok derinlerinde olan çınar ağacının dallarının samimi bir iklim beklediğini biliyor ama bir bahçıvan ile saka arıyorduk.
“Anadolu İstanbul’suz, İstanbul da Anadolu’suz olmaz” diyen Mehmet Ağabeyimizin öncülüğünde O’nun İl Başkanlığında Türk Milliyetçilerinin makus talihini kırmaya başladık.
Vay be Koca Reis; bireysel başarılarının gölgesinde kalma kompleksine kapılabileceklerini ne sen, ne de biz bilebilirdik. Atının üzengisi, kılıcının kını bile olamayanlar, senin milletimizin vekili olmanı dahi çekemediler. Hareketimizi layıkı ile televizyon ekranları, gazete sayfaları ve en önemlisi meydanlarda temsilini hazmedemeyenler naşının kalkacağı caminin avlusunda protokolde arz-ı endam edecekler.
Oldu mu ya Reis!
Sağlığında bir araya getiremediklerin aziz naşının huzurunda aynı safta namaz kılıp sana helallik verecekler öyle mi? Seni dava arkadaşlarınla buluşturacak, ebedi uykunu uyumak için çıkacağın son yolculuğuna uğurlamaya gelen onbinler arasında kaybolan cücelere inat, milyonlarca ülkü devi, “Gül’ün kokusu” ile mest olacak.
Vay be Koca Reis; karaciğerimin bir parçasını verebilmek için koşup geldiğim hastahane odasında “ölüp de düşmanlarımızı mı sevindireyim” cevabı ile kelimeleri boğazımıza düğümlerken senin ardından ömrümün en zor yazısını kaleme alabileceğimi aklımın ucuna bile getirememiştim.
Akdimiz böyle değildi!...
Daha yapacağın çok şey vardı. Önce birlikte Yeniçağ Tv’yi yeniden açacaktık. Ülkücü kadroları eksiksiz bir araya getirecek, Türk Milliyetçilerini iktidar yaparken, Türk birliğini kurup, dünya barışını sağladığımızda sen sadece Beşiktaş’ın şampiyonluğunun keyfini yaşayacaktın.
Şüphesiz ki Allah’tan gelip Allah’a teslim olacağız. Ama zamansız bırakıp gitmek sana hiç yakışmadı yakışıklı Başkanım...
Emanetin, emanetimiz olacak. Ruhun, şad olsun... Rab’bim senin ruhunu korusun!