Gül ayında gül türküleri
Şimdi ilçedir ya, köydü o zamanlar. O köyün gül bahçeli tek evinde doğmuş, yedi yaşına dek orada büyümüştüm. Gül bahçeli olmasa da evleri, gül dalı vardı yerdeşlerimin türkülerinde: “Oy gül dalı gül dalı/Oldum sana sevdalı/Gördüğüm günden beri/Sinem aşkınla dağlı/”. Türk’ün önemli bir özelliğidir, böylesi yanık türkülerle hem dertlenir, hem de oynar. Bu türkü de öyle. Bayburt’ta oyunu da oynanır. Türkünün “Saçları senden saç bağın benden/ Var git ey güzel küsmüşem senden” şeklindeki kavuştak bölümlerinin hareketliliği bir halk oyunu doğurmuştur. Dedemin amca oğlu Hafız Emi, Kur’an ve mevlit okumaktaki hünerini, bu oyunda da gösterir, geçip bar başına döktürürdü.
Mayıs ayı gül açma ayıdır ülkemizde. Gül türküleri düşer bu ayda yâdıma benim. “Gül dalı” türküsüyle yazıya başlamamam da bundandır işte.
Gül türküleri... Öyle çok ki... “Çağrışır bülbüller gelmiyor bağban/Hoyrat dost bağından gül aldı gitti/Bin bir mihnet ile bir bağ bitirdim/Yari ben büyüttüm el aldı gitti” diye dertlenen Emrah’tan başlamalı. Emrah’tır bu, bir coşkun Ozan. Sokar salına salına sevdiğini o bahçeye ve bakın ne haller olur işte o zaman o bahçenin güllerine: “Salındı bahçeye girdi/Çiçekler selama durdu/Mor menevşe boyun burdu/Gül kızardı hicabından.”
Yanakta gül açtırmak da Türk’e özgü bir incelik ve imgelem. Erzurum-Şenkaya dolaylarından bir türküde oluyor işte bu olağanüstü iş: “Seherde bir bülbül öter yarin bağında/O kaş, o göz, o dil, o diş/Gül açmış yanağında”
“Efendim, gül yüzlüm, tabibim” denir, gönlü aşk illerine davet eden o türküde. Gül yüzlü... Yüzde gül’ü, gül’de de yar’in yüzünü görmek... Daha doğrusu, Gül’de Hazreti Peygamber’in yüzünü görüp kokusunu koklamak. Büyüklerimiz gülü salavatla koparıp koklarlardı bundan dolayı. Ümmi Sinan’ın sözlerine koşulan o türkü-ilahi, bunun hikmetli ifadesi: “Gül alırlar gül satarlar/Gül’ü gül ile tartarlar/Gül’den terazi tutarlar/Çarşı pazarı gül’dür gül”
Kerkük’lü derttir tepeden tırnağa. Gül’ü bile büyük dert: “Gülistan’da bir gülüm var/Mor menekşe sümbülüm var/Taze gonca bir gülüm var/Diye diye dilden oldum/Baka baka gözden oldum.”
Revan’dan dönmeyen oğlunun izini, yani alametini, kırmızı gül’ün demetinde gören Erzurumlu anne, sözün de hasını demiş, ezginin de: “Kırmızı gül demet demet/Sevda değil bir alamet/Gitti gelmez o muhannet/Şol Revan’da balam kaldı”
Rumeli’ye geçelim hemencecik, kırmızı gül’ün al’ı, hasrettir oralarda da: “Kırmızı gül’ün al’i var/Her gün ağlasam da yeri var/Bugün benim efkârım var/Bu gönül arzu eder seni seni”
Erzincan’dan gül’lü bir uzun havaya ne dersiniz: “Ağ gül seni camekanda görmüşler/Siyah saçın sırma ile örmüşler/Ürüyamda seni bana vermişler/Beni böyle yıkıp kor gider misin?/Yar eğlen eğlen, gül eğlen eğlen”
Bir can’dan öbür can’a, Erzincan’dan Azerbaycan’a geçelim, bakalım gül’ü aparılan igit, nece figan eyler: “Apardılar gül’ümü/Çok ettiler zulümü/Ne goydular danışam/Ne kestiler dilimi”
Ha sahi o gül’ün bir har’ı, yani dikeni vardı değil mi? Elazığlı o har’dan yola çıkarak, yarin sinesindeki nâr’a varmış: “Yeşil yaprak arasında kırmızı gül harı var/ Yanakları alev almış sinesinde nârı var/Varın sorun el âleme kimin böyle yârı var”
Bizden bu kadar, gül türkülerinin geri kalanlarını da “yeni yetmeler” bulup diyeler.