Görmezsen güneşi de mi inkar edeceksin
Kronolojik gidelim:
8 Temmuz 2011: Banu Güven’in NTV’den “kovulduğu” ilan edildi. Güven twitter’dan sitemkâr bir üslupla bunun bir “ayrılık” olduğunu duyurdu.
9 Temmuz 2011: İnternet ortamında “Güven muhalif olduğu için işine son verildi” tarzı bir şayia yayıldı. Bu arada Akşam’dan Tuğçe Tatari “kovulan muhalif gazeteci” kontenjanının kaymağını yemek isteyenleri deşifre eden bir yazı döşendi...
10 Temmuz 2011: Evrensel tatil günü, köşe yazarlarının yüzde 90’ı “kebap”ta demeden bilgisayarın başına geçildi...
11 Temmuz 2011: Yeniçağ gazetesinin 7. sayfasında, Medya Polemik’te “Banu Güven artı Çin İşkencesi sona erdi” başlıklı, izleyicinin haleti ruhiyesine ayna tutan “oh be kurtulduk” içerikli yazı yayınlandı.
12 Temmuz 2011: Güven’in “özgürlük savaşçısı” konseptli PR kampanyasına internet sitelerinden sonra gazeteler de dahil olurken, bir benzerine “Pınar Selek vak’ası”nda rastladığımız “koruma çemberine alma ve hakaret timi” e-posta adresimize dönük bir hücum harekatı başlattı!
13 Temmuz 2011: Yeniçağ Gazetesinin 7. sayfasında, “Kekliği düz ovada avlarlar” başlığı ile bir kere daha, bu kez Güven’in düştüğü durumu, “idolü” olduğu anlaşılan Leyla Zana ile “idealize etme” hali, bu defa “yuh artık” naralarıyla deşifre edildi!
14 Temmuz 2011: Ahmet Hakan Hürriyet’teki köşesinde “Banu Güven Vakası” başlığıyla aynen şöyle yazdı:
“Neden herkes Banu Güven’in NTV’den ayrılışını “Bir kahraman televizyoncu ideolojik nedenlerle işinden oldu” diye yorumlarken bir kişi bile “Bir azap son buldu” demeyi tercih etmiyor?”
***
Bu satırlardan sonra 15 Temmuz 2011’in payına düşen kocaman bir “Yuh be!” haliyle...
Çünkü Ahmet Hakan’ın “bir kişi bile yazmayı tercih etmiyor” dediğini, dört gün önce aynen şöyle dile getirmiştik Medya Polemik’te: “Banu Güven ve Çin işkencesi bitti... Oh be! Artık “ııh, aaaahhh, oooohhh, ıııııımmm, aaaaeeeııı” yok! Artık dünyayı değiştirecek soruyu soracakmış pozları kesip de, “eeeıııııuuu” diye ezberini unutmuş öğrenci gibi kalakalan ve izleyiciyi dumura uğratan sinir işgalcisi yok!”
***
Hakan, “bir kişi bile” yerine “çoğu kimse” deseydi mesela... “Birçoğu” deseydi... “Benim okuduğum gazetelerde kimse...” deseydi. En azından “takip edebildiğim kadarıyla” gibi bir yanılma payı verseydi... “Kesin hüküm”de bulunma gafletine düşmeseydi yani; kimse itiraz edemezdi... Ama şimdi kaçınılmaz hale geldi bir adet “teknik” eleştiri...
Hakan’ın en büyük eksiği yazarken gazeteciliğin temel ilkelerini es geçmesi...
“Haber mi yahu bu; kafasına göre takılıyor işte adam” diyen olabilir... Ama bu “takılma” hali, hiçbir yazarı okuyucuyu doğru bilgilendirme, en azından “yanlış bilgilendirmeme” sorumluluğundan kurtarmaz ki!
Her gazeteci bilir, “hiç” gibi, “en” gibi “büyük laflar”dır bir yazının giyotini! Yanılıp da içlerinden birine dayarsan sırtını bir mevzunun biletini kesmek için; o an giyotin de koparıverir yazardan güvenilirliğini! Misal; Ahmet Hakan gibi, herhangi bir konuda sizden önce hiç kimsenin o tavrı geliştirmediğini ileri sürersiniz... Ertesi gün, benim gibi biri çıkar der ki, “Uyan da balığa gidelim, ben dört gün önce yazdım o dediğini, bu da belgesi!”
Sonra, sizin kimsenin yazmamasından yakındığınız yazının, günler önce her gün 50 ila 55 bin kişinin satın aldığı, WikiLeaks fişçilerinin söyleşiyle “etkisi tirajından yüksek!”, internet ortamında “forward” rekorları kıran bir gazetede yayımlandığının ortaya çıkmasının mahcubiyeti de yeter zaten size...
Velhasıl; Sırf sizin bulunduğunuz yerden gözükmüyor diye, güneşin olmadığını iddia edebilir misiniz?
Hazır ders tadında giderken, benzer başka hatalara düşmesin diye hatırlatalım Hakan’a:
Bir de “ler”lere, “lar”lara dikkat etmelisiniz yazılarınızda... “Kadınlar”, “erkekler” gibi genellemeler de fena çuvallatır gazeteci taifesini... “Kadınlar komik adam sever...” dersiniz mesela. Biri çıkar der ki: “Bana sordun mu bunu yazarken, ben sevmiyorum değil mi ama!”
***
Yayınlanmış yanlışı en kısa sürede düzeltmek de bir gazetecilik ilkesidir, laf aramızda!
Ellerinden gelse kurşuna dizerler
Aynı kısırdöngü... Aynı yaman çelişki işte... Sözüm ona ifade özgürlüğü kısıtlanan Leyla Zana’ya sahip çıktığı için işinden olan Banu Güven’e sahip çıkmak üzere başlatılan kampanyanın gönüllüleri küfürle, hakaretle sindirerek kısıtlamaya çalışıyor özgürlüğümüzü... Bu demokrasi havarilerinin maskeleri düştüğünde geriye ne kaldığı, günlerdir ısrarla, olur da görmem diye farklı farklı formatlarda gönderilen, Murat Sarıbey imzalı bu e-postada gizli: “Banu hanim sistemi elestiren ve bu sistemin bütün Türkiye HALKINA cehennemi yasatan bir rejim oldugunu bilir ve bunu dile getirenleri ekrana tasimistir. Yani senin gibi sistemin ALTINA yatmamistir. Her zaman sistemin yaptigi rezillikleri kismende olsa ekrana tasimistir. Türkiyenin ASIL sorunu Kemalist rejimdir. Sizi kör edende bu rejimdir. Mutafa Kemal yapmissa dogrudur size göre. Ama digerlerine göre sizin devrim dedikleriniz onlar icin adeta zindandir. Bu demokrasi dünyasinda size bir yer olacagini zanetmiyorum. Eger Hitler sag olsaydi belki bir Hemsire (Krankenschwester) olacaktin. Bu kafayla ancak olacaginiz bu...”
Düzey bu işte, haksız mıymışız “nefret çukuru”na düştüklerini iddia etmekte!
İsabet oldu, Banu Güven ve “panpişleri”nin neye muhalif olduklarını da net olarak görmüş olduk böylece.
Ha bu arada, Güven’in Erdoğan’a “Kürt meselesini hallet de helalleşelim” mesajlı açık mektubunu okuyanlar kimin nereye yattığını anlamışlardır herhalde...
BASINDAN SEÇMELER
Kemal Kılıçdaroğlu basını ikna turunda
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP ile imzaladıkları “mutabakat metni” ve yemin kararıyla ilgili olarak kendisine yöneltilen eleştirileri yanıtlamak üzere köşe yazarlarını arıyor.
Vatan’dan Can Ataklı’nın “Erdoğan’ın hakaretleri CHP’lileri yaraladı” hatırlatmasına “Evet farkındayız. Ama inanın ben Başbakan’ın sağlık sorununu hiç hesap etmemiştim. Böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermemiştim. Ama yaptı.
İşte bu yüzden (namuslu davran, attığın imzaya sahip çık) dedim” diye karşılık veren Kılıçdaroğlu, kendisine “istifa” çağrısında bulunan Mustafa Mutlu’ya ise imzaladıkları metnin AKP’yi bağlayıcı nitelikte olduğunu anlattı:
“O metnin altına benim ve Başbakan’ın attığı imza; bizim namusumuzdur. Metinde yer alan, ’Meclis’in açılışından bugüne kadar yasama faaliyetlerine katılmamış olan milletvekillerinin yemin ederek Meclis çalışmalarına iştirak etmelerini ve katkı sağlamalarını arzu ediyoruz’ifadesi, onu da beni de bağlar.
Ben inanıyorum ki tutuklu vekillerimiz gelip yemin
edecek. AKP bunu sağlamak ve sorunu bir şekilde çözmek zorunda...”
İddaa...
Şike yapanlar maçın sonucunu bildiklerine göre ceplerindeki parayı da İddaa’ya basmışlardır..
Cüzdanlarını oradan da kabartmışlardır.. Mutlaka meselenin bu boyutu da mercek altındadır ama sokaktaki vatandaş ne olacak? Ders çalışır gibi maçları çalışan..
Takımların durumunu takip eden, sakatlıkları dikkate alan.. Teknik direktör gibi düşünüp tahmin yaparak parasını yatıranlar ne olacak? Diyelim ki; adam ölçtü biçti, bu takım öbür takımı rahat yener diye karar kıldı, hatta farklı yener diye düşündü, parasını bastı..
Meğer maç kurguymuş..
Şikeymiş.. Eee, o adamın
kaybettiği para!.. Uçup gitti mi? Velhasıl acayip bir durumla karşı karşıyayız..
Mehmet Tezkan / Milliyet
Ömer Dinçer’in topluma namus borcu var
... (Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer) eğer halkın içine sindireceği bir Milli Eğitim Bakanı olduğunu ispat etmekse maksadı, intihalden daha önemli bir mesele var.
O mesele de onbeş yıl önce verdiği bir tebliğde yer alan ve bir Milli Eğitim Bakanı’nın ağzına asla yakışmayacak görüşleridir.
Orada Dinçer “Laiklik başta, Cumhuriyet’in temel değerlerinin, yerlerini daha Müslüman bir yapıya bırakması zamanının geldiğini” savunmuştu.
İntihal iddiası karşısında masum olduğunu söyleyen Ömer Dinçer, aynı şeyi bu sözleri için de tekrarlayabilir mi?
(...) Halkı, çocuklarının
yanlış ellerde olmadığından emin yaşatmak her Milli Eğitim Bakanı’nın namus borcudur. Yanlış mı?
Güngör Mengi / Vatan
Vatandaşın evini yakanlar da ‘gösterici’ değil miydi
Madımak provokatörlerinin Sivas Valiliğince hazırlanan panoda “gösteri” olarak anılması karşısında, “Savunmasız insanları bir binaya kıstırıp ateşe verme eylemini ’gösteri’olarak adlandırmak nasıl mümkün olamazsa, bu eyleme bilerek ve isteyerek katılan insanlara da ’gösterici’demek, en hafif tabiriyle, bir duyarsızlık örneği.” diyorlar. Bu “haklı” tepkiyi gösterenlerin, bizzat, YSK kararını protesto etmek için Beyoğlu’nda savunmasız, sivil, konuyla ilgisiz insanların evlerini ateşe verenleri “gösterici” olarak tanımlayanlar olması ilginç değil mi? Yine mi “benim katilim iyi” zihniyeti!
Komedyen olmalıymış!
Murat Belge Marksist bir aydın. Kırıksız bir çizgisi var. Donanımlı ve kimseye eyvallahı yok!
Mümtaz’er Türköne / Zaman
PKK kıskacı daraltıyor
Bir yandan İmralı’daki Öcalan, diğer yandan Diyarbakır’ı üs tutan BDP, devleti sıkıştırmaya çalışıyor. Kürt hareketinin silahlı kanadı ise her zamanki stratejisine yani şiddeti dayatma yöntemine başvurarak kıskacı daraltmaya çalışıyor....
(...) Yani PKK, hem giderek genişleyen operasyonları durdurmak hem BDP’nin Diyarbakır’daki yemin protestosuna destek vermek hem de Öcalan’ın İmralı’daki “özgürlük” çabalarına katkı sunmak için eski yöntemlerine başvurmaktan
kurtulamıyor.
Mehmet Faraç / Aydınlık
GÜNÜN SORUSU
Her teşhirciyi bir röntgenci yaşatır. Geceleri ışığa koşar gibi ekrana yapışan dikizcileri olmasa Cebeci’yi kim tanır?
Can Dündar / Milliyet