Görevi ihmal suç değil mi?

Emekli Özkök’ün, Ümraniye savcılarıyla köfte-ekmek yerken söylediği “Darbe planlarıyla ilgili bilgi geliyordu ancak delil bulamadığım için işlem yapmadım” sözü “görevi ihmal”in itirafı sayılıyor

Gel de kulaklarını çınlatma Bülent Arınç’ın. Kameraların karşısına geçmek çin 2009’u beklemeyip, 4 Temmuz 2003 günü, o yarı ağlak, yarı hoyrat tonuyla dökseydi incilerini: “İyi ki bu komutanla savaşa girmemişiz...”
Hangimiz “Haksızsın” diyebilirdik ki. Askerinin başına çuval geçirilmesi olayını, müttefik açısından “pratik çözüm” sayan bir Genelkurmay Başkanı’ndan söz ediyoruz.
“Darbe planlarını biliyordum ama delil bulamadım” diyerek kendini savunan emekli Hilmi Özkök’ün, olası bir savaş halinde de “Saldıracaklarını biliyordum ama delil bulamadığım için savunma geliştirmedim / karşı taarruza geçmedim” demeyeceğinin garantisini kim verebilir?
Özkök’ün “darbe bilgisi” karşısında sergilediği benim anladığım haliyle kayıtsız tutum Türk Ceza Kanunu’nda “Hangi nedenle olursa olsun görevini yapmakta savsama ve gecikme göstermek” biçiminde tanımlanan suç ile aynı karakteristik özellikleri barındırmıyor mu?
Şimdi sorulması gereken soru: Görevi ihmal bir suç ise, nasıl oluyor da devletin en üst düzeyinde bu suçu işlediği iddia edilenler hiçbir cezai işlemin muhatabı olmuyorlar? Onlarla ilgili de “Görevi ihmal ettiğini gördüm ama delil yoktu işlem yapamadım” diyen başka bir koruma mekanizması mı var?
Emekli Orgeneral’in tavrının, özellikle “darbe” umacısı altında oluşturulan korku senaryoları düşünüldüğünde ülkeyi, devleti, kurumları, şahısları maddi-manevi zarara uğratmadığını söyleyebilir miyiz?
Peki bu zararı kim ve nasıl telafi
edecek?
Karanlıkları aydınlatırken sergilediği “aman vermez” duruş ile darbecilere korku salan medyanın bu anlamda “kamu yararı”na çalışması ve konuyu sorgulaması gerekmez mi?
Öyleyse neden ülkenin en büyük
gazetelerinin dünkü manşetlerinde bir
baba ile çocukları arasına giren ‘uçkur davası’ var?
Hemen her gün haber yetiştirme telaşını bir nebze atlatıp kendimizi kahveyle ödüllendirdiğimiz akşam saatlerinde tarihçi büyüğümüz Muhiddin Nalbantoğlu’nun
anlatımları ile zamanda yolculuğa çıkarız. Aktardığı anekdotların her biri kıssa
niteliğindedir.
Onlardan biri, İzmir suikastinde yargılanan “Kurtuluş Savaşı kahramanları”na dair olanı, bugünkü uygulamanın sorgulanmaya muhtaç olduğuna dair.
İzmir Suikasti Davası’nda aralarında Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi isimlerinde bulunduğu bir kısım sanığın yargılanma nedeni Atatürk’ün canına kast etmiş olmaları mı, yoksa böyle bir girişimden ‘haberdar olmaları’ ve cezalandırmamaları mıydı?
Karabekir’in salıverilmesini sağlayan İsmet İnönü’nün dahi tutuklanmasını talep edecek kadar “bağımsız” İstiklal Mahkemeleri’ni kurabilmiş Türk yargısının bugüne gelmesinde onu kuşatanlar kadar, kullanacak cesaret ve basireti olmayanların da payı yok mu?


DELİL BULAMAMIŞ
Yandaş basın yok muydu?

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Darbe planlarını biliyordum ama delil yoktu” demiş.
O zamanlar yandaş basın da şimdiki kadar güçlü değildi tabii... Olsaydı hemen delil üretirdi...
* Melih Aşık / Milliyet


Seyirci kalması kabul edilemez
ESKİ Genelkurmay Başkanlarından emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün, Ergenekon Savcıları’na verdiği ifadenin bir bölümü, dün Milliyet’te yayımlandı.
Özkök, “Ayışığı” ve “Yakamoz” isimleriyle tanınan darbe planlarını bildiğini, ancak delil bulamadığı için herhangi bir işlem yapamadığını söylüyor.
O tarihte Jandarma Genel Komutanlığı’nda görevli Tuğgeneral Levent Ersöz’ü çağırıp, gizli telefon dinlemeleri sorduğunu “Yok böyle bir şey” yanıtı aldığını da söylüyor.
Doğrusunu isterseniz, bu ifadeyi okuduğumda şöyle düşündüm: Özkök, herhalde bugüne kadar iş başına gelen genelkurmay başkanları içinde astlarına hákim olamayan ender genelkurmay başkanlarından biriymiş!
O günlerde neredeyse sokaktaki çocukların bile bildiği bu hazırlıkları kanıtlamasına olanak bulacak kadar karargáhına hákim değilmiş.
Bu ifadeye rağmen, yine de bu planları yapanların üzerine neden gitmediğini anlayabilmiş değilim.
Türk Silahlı Kuvvetleri gibi, emir-komuta zincirinin çok katı kurallara bağlı olarak yürüdüğü bir kurumda, kurumun en tepesindekinin bildiği halde olup bitenlere seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.
Neden komutanlık yetkilerini kullanmadığını, işlendiğini bildiği bir suçu aydınlatmak için neden emrindeki askeri savcıları harekete geçirmediğini, Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile temasa geçerek neden bu planları yapan kuvvet komutanlarını görevden almadığını öğrensek iyi olur diye düşünüyorum.
Bu “görevi ihmal” değilse, nedir?
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet


Her Genelkurmay Başkanı komutan değildir...
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök barış zamanında bu mertebeye yükselmiştir; savaş sınavında ne yapacağı elbette bilinemez; ama, komutanlık kimliğindeki eksiklikleri emekli olduktan sonra kendi ağzıyla dile getirmesi hazin bir manzara oluşturuyor.
Olay nedir?..
Eski Genelkurmay Başkanı şöyle bir ifade verdi:
“- Ayışığı ve Yakamoz konularını biliyordum. Bilgi geliyordu, ancak delil bulamadığım için işlem yapmadım.” (Milliyet, 28 Temmuz 2009)
Eğer bu ifade doğruysa, Hilmi Özkök’ün gradosu da ortaya çıkıyor... Nasıl?...
Geçen gün Genelkurmay’da görevli bir kurmay albayın bugünkü iktidarı “bitirmek” için hazırlık yaptığı, bir belgeyle iddia edildi...
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hemen yetkili görevlileri harekete geçirerek gerekli araştırmayı yapmalarını istedi. Araştırma sonunda anlaşıldı ki böyle bir şey yoktur.
Orgeneral İlker Başbuğ kamuoyu önünde iddianın boşluğunu, asılsızlığını, belge denilen şeyin “bir kâğıt parçası” olduğunu açıkladı.
Oysa eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök “vahim” bir itirafta bulunuyor: “- Ayışığı ve Yakamoz konularını biliyordum. Bilgi geliyordu, ancak delil bulamadığım için işlem yapmadım...”
Bu ifade bir Genelkurmay Başkanı’na, bir orgenerale, bir komutana, bir subaya yakışmıyor... Genelkurmay Başkanı böyle bir durumda “delil” aramaz; TSK’deki yetkili makamları harekete geçirir...
Nasıl?..
Orgeneral İlker Başbuğ’un yaptığını yapar...
Yapmazsa suç ortağı olur...
Genelkurmay Başkanı “delil” aramakla yükümlü değildir... Genelkurmay Başkanı “delilini bulamadığı” kuşkulu bir darbe girişiminden yıllar sonra bu ağızla konuşursa etik olmaz, askerliğe yakışmaz, komutanlığa sığmaz...
Öyle görünüyor ki, Sayın Hilmi Özkök olayları değerlendirmekte yetersizdir...
Demek ki her Genelkurmay Başkanı komutan olamıyor...
* ilhan Selçuk / Cumhuriyet


++++++


Nereden icap etti ki...
Ertuğrul Özkök “ilk defa” Anayasa Mahkemesi binasına adım atmış. Özkök’e ‘şeytanın bacağını kırdıran’ ne olabilir?
Haşim Kılıç tarafından öğle yemeğinde ağırlanmış sonra da binayı gezmiş. Bayram değil, seyran değil.
İnsan merak ediyor; ne konuştular?
Anayasa Mahkemesi Başkanı, bir öğle vakti, “Şimdi bu kuzu tandır da Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni olmadan boğazımdan geçmez” dememiştir herhalde. “Ne olacak bu Ayşe Arman’ın durumu Ertuğrul?” deyip ‘bilgisine başvurmaya’ da çağırmış olamaz değil mi? Çekirdek çıtlayarak yemek tarifi veya dantel örneği alışverişi mi yaptılar dersiniz? Koca yazıda bu konuda tek cümle var; “dünyada anayasalarla ilgili yeni eğilimler” hakkında bilgilenmişler. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın “bilgilendirme” yapması gerekiyorsa, bütün medya temsilcilerini “ağırlaması” gerekmez mi?
Talebin Özkök’ten geldiğini varsayalım. “Anayasal değerlendirme” için Mahkeme’nin hukukçu olmayan tek üyesini; bir iktisatçıyı seçmeleri garip değil mi?
Meğer Özkök üzerinde hep çağdaş, ilkeli ve vicdan sahibi bir insan izlenimi uyandırmış Kılıç. O’nun için mi Kapatma Davası sürerken AKP’lilerle aynı kuzu tandır tepsisine yumulmuş fotoğraflarını basıp tefe koydunuz?
Özkök’ün “Her siyasi bir gün Yüce Divan koltuğunu tadacaktır” havasındaki tavsiyesini de paylaşmalıyım. “Siyasetçilerin bu salonda bir meditasyon yapmasında, yargılananlarla empati kurmasında yarar var diye düşünüyorum” diyor. Yarın devlet için bekaa sorununa neden olan siyasiler yargılanıken, onlara “Hadi biraz daha siyasi cesaret” diye ayar vermeye kalkanlara madalya mı takılacak sanıyorsunuz Sayın Özkök?

++++++

Aynı anda bir oldular “vurma gazeteciliğini” zıvanadan çıkarttılar!
İsimlerini, soy isimlerini burada yazmayayım. Sayıları ürküntü verici kadar çok.
Bir bölümü dindar, sıkı muhafazakâr, Allah’ı, Peygamber’i, dini-vicdanı ağızlarından eksik etmeyen yazarlar. İktidarı savunan gazetelerde yazıyorlar.
Bir bölümü de eski solcu; yani eski Allah’sız, Darwin’ci, evrime inanmış ve ağır materyalist kalemler. Onlar da ağırlıklı olarak iktidarı destekleyen gazetelerde köşe bulmuşlar; kimisi başyazar olmuş, kimisi birinci sayfadan göstermeli arka sayfalarda çok geniş tutulan yerlerinde; eski Allah’sızlıklarını, Darwin’ci, evrimci ve materyalist oluşlarını unutturmaya uğraşarak, iktidarı yağlıyorlar.
Bu iki grup: Allah’çı yazarlar. Ve eski Allah’sız kalemler. Bir oldu. Bir hukukçuya saldırdılar. Aynı anda düğmelerine basılmış gibi harekete geçtiler. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyesi Ali Suat Ertosun’u; Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü iken, Özdemir Sabancı’yı öldüren Mustafa Duyar adlı katili Can Dündar ile röportaj yapıp konuşmasın, gerçekleri açıklamasın diye yattığı hapishanede “Nuri Ergin Çetesi” ne öldürttüğünü iddia ettiler.
Korkunç suçlamaydı!
Suçlayanlar arasında belgelere dayalı gazetecilik yapmakta iddialı olan Can Dündar da yer aldı.
Dündar’a zarf attılar.
O da zarf bekliyormuş!
Saldırıya güçlü destek verdi.
Ortaya çıktı ki, HSYK üyesi Ali Suat Ertosun, Ergenekon savcılarının değişmesinde ısrar ediyor. Zekeriya Öz’ü taraflı buluyor, adaleti yaralayıcı sayıyor ve davadan uzak tutulmasını istiyor. Daha açık söylersek; Ali Suat Ertosun, Adalet Bakanı ile Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nın istediği doğrultuda düşünmüyor.
Fakat kalem güçlerini, TV ekran imkânlarını, belge ve kaset sızdırma yeteneklerini birleştirdiler; “Vurun Ali Suat”a gazeteciliğini aynı anda başlattılar. “Sabancı’nın katilinin susturulmasında rolü oldu” iddiasını, gerçekmiş ve sanki yeni öğrenmişler gibi yazmaya başladılar. Oysa Ertosun, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun seçerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önüne koyduğu ve Cumhurbaşkanı’nın da 3 isim içinden ayıklayarak HSYK’ya atadığı üyeydi. Cumhurbaşkanı seçtiğinde hatırlamadılar. O zaman yazmadılar. Can Dündar da o zaman sustu. Ne zaman ki Ertosun, “HSYK’da Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün yerinin değiştirilmesini” önerdi, adama vurmaya başladılar.
* Necati Doğru / Vatan


++++++

Karşı devrim için tek yol kaldı
FAŞİZM
Genel seçimlere iki seneden az bir zaman kaldı... Ve AKP’nin orada durabilmesi için iki yol var.
Birincisi; ekonomiyi düzeltmek...
Bu neredeyse olanaksız.
AKP’nin iktidarda kalabilmesi ve hedeflediği karşı devrimi tamı tamına gerçekleştirmesi için ikinci yol kalıyor: Faşizm...
Avuçlarına alamadıkları yüksek yargı-ordu gibi kalan birkaç kurumu ezmek... Yanlarına alamadıkları medyayı cezalarla dize getirmek...
Aydınları, sesi çıkan laik insanları izleyip, telefonlarını dinleyip, özel yaşamlarına sızıp, bezdirmek...
Korkutmak... Sindirmek... Şimdi bunu deniyorlar... Amaçlarına demokratik yolla ulaşamayınca, yol haritaları gereği buna başvuracaklarını akıllı insanlar bekliyorlardı.
Bunun adı: Faşizm...
* Bekir Coşkun / Hürriyet


++++++


MİNİ YORUM
Mizah dergisine lüzum yok

İki espri okuyacağım diye hiç boşuna mizah dergilerine para vermeyin. Gazete bayilerinin önünden geçerken manşetleri göz ucuyla şöyle bir süzseniz bile akşama kadar midenize kramp geçirtecek malzeme çıkar size. Benim son günlerdeki favorim Star. Dün “Türkiye başardı” manşetiyle, sanki topyekün savaştan çıkmışız rahatlıyla HSYK krizinin uzlaşmayla çözüldüğünü duyuran gazete, bugün sözde “Ergenekon” itirafları ile kurul üyeleri ve yeni atanan savcılarla ilgili kara propagandasını sürdürdü. Eee iyiydik hani. Türkiye başarmıştı. Sahi, hangi Türkiye?

Yazarın Diğer Yazıları