Göklerden gelecek kararı beklerken…

Trablus Limanı'nın Hafter güçlerinin saldırısına uğradığını hatta "derhal, misliyle karşılık verildiğini", 18 Şubat 2020'de Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın açıkladı.

Şehitlerimizin kimliğini 19 Şubat 2020'de önce "devre arkadaşları", sonra cenazenin kaldırıldığı köyün muhtarı açıkladı.

Cenazeleri "gizli saklı" yapılmamıştı; katılanlar arasında milletvekili, belediye başkanı, köy muhtarı, kamu görevlisi olan/olmayan vatandaşlar vardı. Bir çelengin üzerinde şu yazılıydı: Teşkilat Başkanı.

Şehidimizin fotoğrafını,"Vatan kimi zaman bilinen, kimi zaman da BİLİNMEYEN KAHRAMANLARIYLA yükselir" mesajıyla, Abdullah Ağar paylaştı; aynı gün; 19 Şubat'ta…

***

20 Şubat 2020'de… 21 Şubat 2020'de… 22 Şubat 2020'de gün boyu… Bu haber, mesaj ve fotoğraflar onlarca site, yüzlerce sosyal medya hesabında paylaşıldı; TBMM'de basın açıklaması yapıldı; duymayan, görmeyen bir sağır sultan kaldı.

Finali, "Libya'da birkaç tane şehidimiz var" açıklamasıyla Cumhurbaşkanı yaptı; yer, tarih, isim vermemişti ama günlerdir yapılan yayınlarla üst üste konulunca; "algı", yazılıp çizilenlerin örtülü olarak doğrulandığı şeklindeydi.

***

Bütün bu sürecin bir tek aktörüne dahi "Ne yapıyorsunuz?" denmedi.

***

Murat Ağırel, işte bütün bu sürece tepki olarak attığı ve şehitlerimizin sıfatının "birkaç tane" değil "case officer/ meslek memuru" olduğunu yazdığı tivitinden dolayı yargılandı; ne ad paylaşmıştı, ne de fotoğraflarını!

Barış Pehlivan'ın suçu, kendisine, cenazenin kaldırıldığı Manisa'da, yerel basında çalışan Hülya Kılınç tarafından yollanan ve "gizli çekilmeyen", yasa dışı yollardan elde edilmeyen cenaze fotoğrafını yayınlamaktı.

Hülya Kılınç, söz konusu fotoğrafı Akhisar Belediyesi Basın Birimi'nden almış; fotoğrafı kendisine veren belediye çalışanı da bunu doğrulamıştı!

***

Manzara, Murat'ın savunmasındaki tasviri gibi;

Birileri Hz. Yusuf'u "O hangi evliyaydı ki, bacıları onu bir göle attı da anası gelip kurtardı?" diye soruyor sanki…

Neresini düzeltelim?

Murat da, Barış da, Hülya da yargılamanın başından bu yana her fırsatta anlatmaya çalıştılar;

Evliya değil peygamber…

Bacıları değil erkek kardeşleri…

Göle değil kuyuya…

Anası değil kervancılar…

**

Mahkemeden bekledikleri "muhakeme"ydi aslında sadece.

***

Ve aslında, o uzun uzun yaptıkları, her biri birer adalet, özgürlük, gazetecilik manifestosu gibi olan savunmalara hiç gerek yoktu; Barış'ın sözlerinin henüz başında, Uğur Mumcu'ya atıfla söylediği tek cümle kafiydi, bütün o kafa karıştıran detaylarda boğulup da ne olup bittiğini anlamayanlara anlatmaya;

"Atatürkçüyüm, öyleyse vurun!…"

***

Ne alakası var değil mi?

"MİT Kanununa Muhalefet" suçlamasıyla, "Devletin Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama" suçlamasıyla Atatürk'ün ne alakası var?

Ne Atatürk'ün, ne Atatürkçülüğün bu davayla hiçbir ilgisi, ilişkisi yok elbette. Ve fakat, bu gazetecileri, diğer başka gazetecileri, "Yüz yıl önce hürriyet isteyen ve sonucunda kapıları 'mim' harfi ile işaretlenen zabitler gibi" yapan, çağlarının "mim"leri, işlenen ve işlenecek olan bütün suçların olağan şüphelileri haline getiren bu iklimdi; bu nefret.

Bu korku; kendinden olmayandan!

***

Ben bu satırları yazdığım sırada Çağlayan'dan beklenen karar gelmiş değildi henüz. Müyesser Yıldız'ın tutukluluğunun devamına karar verirken, bunu talep eden avukatını bekleme, dinleme lüzumu görmeyen bir sistemde umutlanmakta zorlanıyorum ama umarım "göklerden gelen bir karar vardır!"

Umarım, dünkü savunmasını "… inanıyorum ki bir gün Türk Hukuku konuşulurken; " Berlin'de hakimler var" özdeyişinden değil Çağlayandaki yargıçların adaletinden bahsedeceğim…" diye bitiren Murat, şu dakikalarda "Çağlayan'da hakimler var" diyordur kendisine uzatılan mikrofonlara…

Ve Barış, umarım çoktan sarılmıştır Arya'sına, içi onun kokusuyla dolu dolu uyanmıştır bu sabaha…

Yazarın Diğer Yazıları