Gök girsin, zulüm çıksın!
Dünya yürek dağlayan acılarına sahip çıkarken bile önce “çıkar” diyor. Yıllardır soykırıma uğrayan Doğu Türkistanlılar yine kaderleriyle başbaşa, ana yurtta, ata kültlerinin de en önemli unsuru olan “ulu Tanrı”ya emanetler...
İbrahim Karagül dün Yenişafak’taki köşesinde “Doğu Türkistan’dan gelen korkunç görüntülerin etkisi hangi siyasi çıkar ilişkisiyle azaltılabilir?” sorusunun cevabını ararken ilk günden beri dillendirdiği kuşkusunu yineledi: “Yaşanan trajedi, dehşet, haklı dava, acımasız Çin baskısı, direniş tarihi ve son olaylar... Ancak yine de sanki bir yerlerde ” kan üzerinden bir oyun “ tezgahlanmış olabilir mi? Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinden on gün sonra böylesine bir dehşetin yaşanması akla çok şey getiriyor?”
Arslan Bulut da yine dün Yeniçağ’daki yazısına “Cumhurbaşkanı’nın Çin ziyaretinin hemen ardından ve ABD ile Rusya’nın “küresel ortaklık”tan söz ettikleri günlerde, Çin’de Uygur Türkleri kışkırtmalarla sokağa döküldü” diye başladı.
Küresil konjonktür
Bizim açımızdan büyük bir hasretin, dinmeyen sızının ve yürek dağlayan acıların karşılığı olan Doğu Türkistan dünya dengeleri için bambaşka anlamların ifadesi. Çünkü Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelere sınır olan bu topraklar, dünyadaki gelişmelerden, Ortadoğu ve Orta Asya için biçilen yeni rollerden etkilenmeye açık konumda.
Aslan Bulut’un dikkat çektiği gibi ABD’nin Bişkek’teki Amerikan üssü üzerinden yaptığı istihbarat çalışmaları boşuna değil.
Bağımsız veya daha önce Rusya tarafından denendiği gibi “kukla iktidarlara emanet edilen bir Doğu Türkistan”a hakim olmak demek, hem Orta Asya ve Hazar havzasına uzanan bölgedeki enerjinin Çin’e taşınmasını önlemek, hem de dünya ekonomisini sarsan bu “dev”i, bölgenin ham madde zenginliğinden mahrum bırakarak çaptan düşürebilmek demek.
Bunun için ABD’nin formülü çok tanıdık: “Doğu Türkistan’ı özgürleştirmek...”
Hani Irak’a demokrasi götürmek gibi... Türkmenler’in başlarına yağdırılan “demokrat bombalar”ı bilmem hatırlatmaya lüzum var mı?
Acıdan nemalanmak
Urumçi sokaklarını gösteren fotoğraf karelerine bakıp kolumun, kanadımın kırılması gerekirken, bunları nasıl mı yazıyorum?
Güne bu ülkede “gazete” diye çıkan bazı yayınları okuyarak başladığım için olabilir mi?
Kontr-doping etkisine sahipler.
Ahtapot tipi yapılanan küresel sömürge çetesinin ulakları, yine sabah sabah, vantuzlu kollarını yapıştırdılar zihnime. Ne kadar yorgunluk, bıkkınlık, bitkinlik varsa üzerimde onlara verdim.
Eminim aynı sarmalla mutahap olan Doğu Türkistanlılar da öyle yapıyordur. Dirençleri yerine ezikliği, benlikleri yerine umutsuzluğu defediyorlardır bünyelerinden...
Salhane köpekleri
Bu yayınları yapanlar “Salhane Köpekleri” gibiler gerçekten...
Metin Özkan’ın medya üzerine denemelerini topladığı kitabın adıydı bu.
Eşiği pislik kokusu olan duyuları harekete geçti bildik kadronun... Serde ölüsevicilik, kan tacirliği, komşuda pişer bize de düşer beleşçiliği var ya; salyaları süzülmeye başladı manşetlere.
Kristof Kolomb kıta Amerikası’na ayak basalı beri el altında tuttukları senaryo taslağını çıkardılar, yeni filmin adını koydular:
Uygur Kürtleri!
Fonunda hiç ağıt yoktu perdeye yansıttıkları görüntülerin. Sade bir “Pembe Panter” introsu; entrikanın geleneksel ritmi.
Oysa Doğu Türkistan Türkleri’nin yerdeki cansız bedenlerinin arasından haykırmak lazımdı:
“Yine buldu ruhum elemlerini,
Andım da, O eski Türk ellerini,
Ecdat yurtlarının o hallerini,
Güzelim kalp ağrım canım Türkistan ..
Cağlar kanım için, kanım Türkistan.”
Hasreti gözünden, acısı gönlünden taşanlar öyle derdi. K.Fedai Coşkuner ve nice ozan öyle demişti.
Çünkü izlediklerimiz Hollywood inşaası bir “film platosu”nda çekilmiyordu. O doğal set alanı, Kaşgarlı Mahmud’u, Yusuf Has Hacib’i, Mehmet Emin Buğra’yı yetiştiren, medeniyetle yaşıt topraklara kurulmuştu.
Tankların önüne bedenlerini siper edenler İsa Yusuf Alptekin’in, Osman Batur’un torunlarıydı...
Ve Doğu Türkistan’da “vahşet”, “zulüm”, “katliam”, “trajedi” , ben “soykırım” diyorum, başkaları adına ne diyorsa o, bir gün, bir hafta, on gün önce başlamamıştı.
Yanda dediğim gibi “bu ilk değildi” ve en son 1964’ten beri en büyük insanlık suçunun kurbanlarıydılar.
Sadece nükleer denemelerden ötürü ölen Doğu Türkistanlı sayısı 210 bini geçmişti.
Radyoaktif yayılmaya karşı açık hedef durumundaki Türkler’in resmi kayıtlara girmeyen kayıplarını tahmin etmek hiç kolay değil.
Son olayların işaret fişeği olan, Türk kızlarının ailelerinden koparılmaları, tacizcilerin kucağına atılmaları olayları da, kendini satmadığı için boğulan Dilşad Hatun’dan bu yana kötü kaderleriydi. Nüfusun Çinlileşmesi için Çinli erkeklerle yaptırılan stratejik evlilikler de öyle. Ve en ilkel yöntemlerle “kısırlaştırma”ları, ölümcül kürtaj zorlamaları...
Yıllarca bütün bunlar hiç yaşanmıyormuş gibi davranmayı başaranların dünya Türklüğü’nün acılarından önce küresel dünyalıların menfaatlerini sahiplendikleri ortada. Çin politikalarını “Türk soykırımı” olarak tanıyamıyorlar... Ama Doğu Türkistanlılar’ın isyanını “bağımsızlık savaşı” olarak tanıtmaya çalışıyorlar.
Bu hassasiyet mi, yoksa “yönlendirme” siparişi mi?
Taraf’lı servis elemanlarının adisyon notlarına bakılırsa ikincisi.
Doğu Türkistan’ı bir “kart”tan ibaret görüyorlar onlar. Ve bu kartı Doğu Türkistanlılar’ın acısını dindirmek, can güvenliğini sağlamak, haklarına sahip çıkmak için değil “model ortağımız”ın ekmeğine yağ sürmek için açmaya çalışıyorlar. Doğu Türkistanlılar’a, İran halkına yapılana benzer bir “Yes we can” dayatmasında bulunmak niyetleri. Yılların mücadelesinin üzerini çizmek ve anayurdumuzu emperyal bir üsse çevirmekten başka birşey değil...
Yazık ki Doğu Türkistan’ı Altaylar’da yeşerttikleri inançlarına emanet etmekten başkası gelmiyor elimizden. Töredir; bütün felaketlerden sonra iyilik simgesi Bay Ülgen le, kötülük simgesi Erlik’in savaşını “ulu Tanrı”nın yol gösterdiği Ülgen kazanır... Göktanrı girer, zulüm çıkar.
BU İLK DEĞİL
Hun ve Göktürk dönemlerinde dönem dönem Çin İstilalarına maruz kalan Doğu Türkistan, Cengiz Han’ın eline geçmesini takiben oğulları arasındaki paylaşım da Çağatay Hanlığı olarak yaşatıldı.
Kalmuk’lar döneminde yaşanan iç karışıklıklar sırasında Mançur hakimiyetine giren bölgede 1800’li yıllarda büyük bir kurtuluş mücadelesi verildi. 1863’de Yakup Beğ önnderliğinde kurulan bağımsız devlet Osmanlı’dan himaye istedi. Bu sırada İngilizler ve Ruslar’ın ’tanıma’bahanesiyle yakınlaştıkları Doğu Türkistan’dan manda devlet yaratmaya çalışmaları sonuçsuz kaldı ve iki devlet Çin istilasına göz yumdu.
1911’deki ikinci Mançur istilasının yarattığı kargaşa ırtamında iktidar uzun süre zulmü bir idare biçimi olarak benimseyen asker ve valilerin arasında el değiştirdi.
1931’de Kumul’dan Mehmet Emin Buğra, Osman Beğ, Şerif Han Töre gibi destanlaşan liderler aracılığıyla bütün Doğu Türkistan’a yayınlan ikinci mücadele dönemi 12 Kasım 1933’te Kaşgar’daki bağımsızlık ilanıyla sonuçlandı.
Bu sonuç Çinlliler kadar, kendi idaresi altındaki Türk devletlerinin bağımsızlık mücadelesine girişmesinden korkan Ruslar’ı da memnun etmedi ve “kukla” bir iktidar yaratarak “125 çeşit işkence ve 28 çeşit öldürme usulü” geliştirdikleri zulüm döneminin perdesi açıldı.
Kadın ve kızların cinsel organlarına elektrik verildiği, maden ocaklarında zehirli gazla toplu kıyımların yapıldığı Rus işgal dönemi’nin bittiği 1944’ten 1949’a kadar Çin zulmünün “yerleşme” dönemi oldu.
Ruslardan öğrendikleri taktikleri kendi yaratıcılıkları ile besleyen Çinliler ilk olarak “aile” kurumunu hedef aldı. Zaafı olan insanlar kullanıldı. Komşu ziyareti dahi polis iznine tabi hale getirildi. Muhbircilik benismetildi.
II.Dünya savaşındna itibaren yeni dünya dengeleri Doğu Türkistan’daki kukla yönetimin Çin’le anlaşmasına yol açtı. O günden bugüne Çinlileştirme politikası kesintisiz olarak devam ediyor.
++++++
Dostlar alışverişte görsün
Gelen haberler, Doğu Türkistan’da kitlesel tutuklamaların yapıldığını, insan haklarının hiçe sayıldığını ortaya koyuyor.
Çin yönetimi, bölgenin her türlü haberleşmesini kestiği için olayların gerçek boyutlarını kimse öğrenemiyor.
21. yüzyılda, bir halk alenen katliama uğruyor, hapislere atılıyor ve birkaç insan hakları kuruluşunun dışında kimsenin sesi çıkmıyor.
Çin ile ticaretin tatlı kárları, bir halka etnik temizlik yapılmasına göz yumulması sonucunu doğuruyor.
Türkiye, hani “kişilikli dış politika” izleyecekti?
Türkiye, katliama uğrayan Uygurların yanında olamayacaksa, bu katliamı dünya gündeminin önemli başlıklarından biri haline getiremeyecekse, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne girmek için neden bu kadar uğraştı?
Dostlar alışverişte görsünler diye mi?
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
++++++
Kararlı duruş bekliyoruz
Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti; dünyadaki bütün Türkleri de temsil ettiğini unutmadan derhal Çin hükümetini uyarmalıdır. Bu konuda hükümetimiz yasak savma kabilinden değil; çok ciddi, tutarlı, kararlı bir duruş ortaya koymalıdır. Başbakan Erdoğan’dan bir de Türk halkı için Çin’e ’One minute!’demesini bekliyorum.
Öbür yandan halkımıza da çok önemli bir görev düşüyor. Bugünden itibaren Çin mallarını boykot edelim... Türkiye; ucuz olduğu için Çin’den gelen ürünlerin istilası altında... Onlar bizim kardeşlerimizi boğazlarken biz Çin malı kullanırsak; katillere yardım etmiş oluruz.
* Rıza Zelyut / Güneş
++++++
MİNİ YORUM
TESEV Almanağı
İnceleme fırsatım olmadı ama Ali Bayramoğlu gerine gerine “Editörlüğünü Ahmet İnsel ve ben yaptık” dediğine göre içeriğini tahmin etmek güç değil.
Geçtiğimiz yıllarda Emniyet ile TSK’nın arasına adeta bir kara kedi gibi giren TESEV Almanağı’na bu sene kuvvetle muhtemeldir ki “Askeri paşa paşa sindirici” bir üslup hakim...