Geldi, güldü, geçti, gitti...

Kısacık zamanda öyle çok meslek büyüğünü uğurladık ki toplasak “Veda Mektupları” diye kitap olur belki.
İşte yine gidiyor biri... Deniz Som, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Ahmet Vardar, Ali İhsan Göğüş, Necdet Sevinç, Behiç Kılıç... Şimdi de Hikmet Bila “Hadi bana eyvallah” dedi!
Gençti, daha 57’sinde. Vefat haberindeki “1.5 yıldır akciğer kanseri tedavisi görüyordu” cümlesini görünce aklıma geçtiğimiz yıl yaptığımız röportajda önünden eksik etmediği küllük geldi. Yazıişleri toplantısında Bila ile çalışmış olan gazetecilerin anlattıkları da onayladı ki; sigarası vazgeçilmeziydi!

***


Buram buram Ankara, buram buram siyaset kokan “Bila” soyadının ağırlığı üzerime çökmüş haldeydi o gün Tarabya’daki evlerine gittiğimde.
Ağırlık da neymiş, saatler süren sohbetimiz sona erdiğinde hafiflemiştim bile... Belli ki çok eğlenceli biriydi; neşeliydi. Tek o mu; ailecek üzerlerine sempati muskası takılıydı sanki.
Dün, haberi duyunca o gün neler konuşmuşuz diye şöyle bir baktım da... Sanki dün oturup konuşmuşuz gibi, sanki bugünü tarif ediyormuş gibiydi tespitleri. “Gazeteciliğin, gazetecilik dışı misyonlara alet edildiği bir dönem yaşıyoruz” demiş o gün Bila:
“Gemi azıya aldıklarını görüyoruz. Siyaset ve medya koordineli olarak gündem değiştirebiliyor.
Son yıllarda gazetecilikten çok “misyonerlik” söz konusu. Kendi düşünceniz, kendi ideolojiniz, kendi çıkarlarınız doğrultusunda haber üretip veya üretilen bir haberin üzerine atlayıp propaganda yapıldığı bir dönem yaşıyoruz. Gerçek gazetecilerin sayısının azaldığını söyleyebilirim...”
Haklı... Dün gerçek gazetecilerin sayısı “1” daha azaldı!
1986’dan bu yana Milliyet, Cumhuriyet, Vatan ve NTV’de edindiği mesleki tecrübe doğrultusunda adını koymuştu “gazetecilik” adı altında yapılanın:
“Şunu şöyle yaparsak kim, ne der diye hesaplarsanız, o zaman onun adı gazetecilik olmaz, soytarılık olur!”
Ve Bila’nın ağzından, Başbakan’ın talimatlarını almak üzere sıraya girenlere ders olacak bir hatıra:
“12 Mart’ta sıkıyönetim döneminde ekmek fiyatlarıyla ilgili zam haberi yaptığımız zaman komutan arayıp ‘Biz kamu hizmeti yapıyoruz nasıl böyle bir haber yazarsın’ deyince ben de rahatlıkla ‘Biz de turşuculuk yapmıyoruz, biz de kamu hizmeti yapıyoruz’ diyebilmiştim...”
Ona göre tek yol vardı; “mücadele”:
“Osmanlı’dan bu yana gazetecilik gelişmişse bir avuç insanın mücadelesi ile gelişmiştir. Gazetecilik kalemini satmamış ve satmayacak olanların üzerinde yükselecektir diye düşünüyorum.”
Kardeşi Fikret Bila’dan sonra oğlu Baran da “gazetecilik”ten yana kullanmıştı tercihini. Bir oğluna, bir bana dönüp “gazetecilik yapın mutlaka” demişti; “ama gazetecilik”:
“Kafanızdaki soru işaretlerini bırakmayın “acaba”larınızdan vazgeçmeyin...”
Bila’nın bu öğüdü, bizim için en değerli miras şimdi!
Mekanı cennet olsun...
Ailesinin ve sevenlerinin başı sağolsun...

Not: Hikmet Bila’nın cenazesi, bugün öğle namazını müteakip Teşvikiye Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından Ulus mezarlığında toprağa verilecek...




DİLSİZ ŞEYTANLAR

Bize iş bırakmadılar...
“O resmin” adını kendileri koydular:
Dilsiz şeytanlar!
Kimi uzuuuun bir aradan sonra yeniden “huzura” kabul edilmenin mutluluğu içindeydi, sevinçten gözü hiçbir şey görmüyordu zaten!
Kimi, “kara liste”ye alınmaktan korktu; sonuçta önlerindeki, ihalelerle, tahsislerle, teşviklerle “yürüyecekleri” uzun bir yoldu!
Kimi, yıllarca “akredite” olamamanın “ızdırabını” yaşamıştı, “devran döndü” diye pek güleçti yüzleri; vakit “intikam”ı gösteriyordu! Kimi için “oh olsun”du; hem iktidarlıları “yanlışsın”, “suçlusun”, “hatalısın” diye eleştirip “hadsizliğin daniskasını” yapacaksın, hem de “böyle buyurdu sultan”dan ötesini yazmayan “iyi çocuklar”la bir tutulmayı bekleyeceksin hiç olur muydu!.. Hem ne gerek vardı şimdi “itaatkâr kulları”na olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlara çanak tutmaya... Al işte biri dün yazmış bile “Orada olsaydım Başbakan’a şunu sorardım, bunu sorardım” diye; iyi oldu davet edilmedikleri, “hoşça vakit geçirmemize” engel olamadılar, “muhabbetimiz”in içine limon sıkamadılar bari...
Nitekim...
Gerekçeleri ne olursa olsun hepsi sustu!
Allah’ın bildiğini kuldan sakladı!
“Bütün medya oradaydı” diye yazarken utanmadı...
“Tam katılım” diye vurgularken sıkılmadı...
Halbuki;
Yeniçağ yoktu... Cumhuriyet yoktu... Sözcü yoktu... Ortadoğu yoktu... Aydınlık yoktu... BirGün yoktu... Evrensel yoktu...
Dolayısıyla o masanın “milli damar”ı tıkanmış, “sol ayağı” topal bırakılmıştı!
Suni teneffüsle ayakta duran topal medya zirvesi...
Hep böyle, yapılmayan sınır ötesi harekatı yapılıyormuş gibi yansıtıp halkın gazını alsınlar diye... Hep böyle yakalanmayan Murat Karayılan’ın “yakalandığını” yaysınlar diye Başbakan hepsini bir bir tebrik etti.


Bakın ben de varım
Dün sahip oldukları, yönettikleri gazetelere boy boy bastıkları fotoğraflar aslında bir tek şeyin belgesiydi:
Acizlikleri!
“Başbakan’la yan yana, el ele” çekilmiş tek bir kare resmi, varlıklarının teminatı sayar hale geldiklerini gördük böylece!
En “cesur”u...
En “tabu yıkıcısı” ...
En “büyüğü” ...
Sıraya dizildiler;
Sıradan geçirilişlerinin fotoğraflarını sergilediler!
“Bakııınnnn biz de oradaydık!”
“Onlar niye yoktu?” diye sormak, sorgulamak yerine; rüşvetle yanlış terbiye edilmiş bir çocuk gibi meslektaşlarına “nanik” yaptılar, “özeeenncik” dediler akılları sıra!
En çok o sevindi
Hangi birini anlatalım bilmem ama biri vardı ki; dosta, düşmana, iş yapılması planlanan sektörlere, reklam verenlere vs. hitaben “Biz barıştık” ilanı verir gibiydi.
Memleket yanarken, yıkılırken... Ateş “anaların yürekleri”ni cayır cayır yakarken, onun gazetesinin birinci sayfasının tam orta yerine, Başbakan’la karşılıklı sırıtışlarının resmi yerleştirilmişti. Eee madem “şehitler” gizlenecekti, değsindi değil mi!
Kolay değil tabii, “vatan kurtarmayı iş sayan o yazarlar” yüzünden 70 küsur milyon huzurunda basbayağı azarlandıktan, kollarını sıvayan bir “iktidarlı”nın tehdidine uğradıktan, vergi cezası sopasıyla evire çevire dövüldükten, işinden gücünden el etek çekmek durumunda bırakıldıktan sonra, “vatan kurtarmayı iş sayan” üç tane gazete o masada olmaktan mahrum bırakıldı diye itiraz edebilir misin bir daha!
Zararın neresinden dönülürse kârdır diye bakıyor; işadamı
sonuçta!


Başbakanının gazetecisi
Ya, bu kadına ne demeli!
Yine böyle bir karakol baskınından sonra, sırf dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “medya”ya yönelik eleştirilerine destek verdi diye ben mi atmıştım “Paşasının Başbakan”ı manşetini!
Bakın nasıl “Başbakanının gazetecisi” oluvermiş bir anda!
Dikkatle bakın ama;
Hem Yasemin Çongar’a, hem de arkasında “sırasını bekleyen” patronu Başar Arslan’a.
Biri “gözünün içine bakıyor”, öbürü bir mahçup, bir utangaç, elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor!


Menfaatleri ağır bastı
Son tahlilde...
Onlar düşmüş kendi dertlerine...
Onlar kendi gemilerini kurtarmanın arifesinde kulak verirler mi sanıyorsunuz size, bize...
Değil 24, 124, 1024 Mehmet verseniz, bir “yan yana fotoğraf çektirelim” daveti etmez onların terazisinde. Söz konusu menfaatlerse demokrasi de teferruattır, vatan da, millet de!
Böyle olduğu için de;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, teröristlerle uzlaşabilen, bölücülerle “aynı dili” konuşabilen, katillerle el sıkışabilen, PKK’ya yardım ve yataklık yapanlarla, ona destek verenlerler “kanka”lık seviyesinde yakınlaşabilen ama “milli dava”ya sahip çıkan gazetelerle aynı masada bulunmaya dahi tahammül edemeyen bir zihniyet tarafından yönetilebiliyor haliyle!
Medya, “gayrı milli” bir iktidarın “öteki”si olmayı göze alamadığı, “kamu yararı” yerine “holding yararı”na hizmet ettiği, eleştirmek, karşı durmak, uyandırmak yerine “susmak” yoluyla onaylamayı ve nihayetinde aslında aynı cephede yer aldığı meslektaşlarının uğradığı haksızlık karşısında “dilsiz şeytan olmayı” tercih ettiği sürece, meşruiyetini kaybetmiş hade bile olsa yönetecek de...




Çağırsan da çağırmasan da biz varız

Anlayışıyla devlet yönetilmez.
Beyefendinin düzenlediği bu medya toplantısına sadece Sözcü, Cumhuriyet, Yeniçağ ve Aydınlık gazeteleri çağrılmamıştı!
Bunlar muhalefet yapan, bu nedenle de Tayyipgillerin hoşuna gitmeyen, hatta nefret ettiği gazetelerdi. (...) Sen Sözcü ve öteki çağırmadığın gazeteleri ıskalayacaksın, onları görmezden geleceksin, yandaşları ise karşısında ve yanıbaşında ağırlayıp nasihat edeceksin, aba alktından sopa gösterip gözdağı vereceksin.
Yok öyle şey, yok!
Sen çağırsan da, çağırmasan da biz varız...
Ve bu bu ülkenin milyonlarca yurtsever insanını temsil ediyoruz.
Emin Çölaşan / Sözcü




Orada olsaydım şunu sorardım

Beni çağırsaydı.
Ona şu soruları sorardım: Niçin ordu böylesine çaresiz ve yenik görüntü veriyor? Ordu niçin kışlasına kapatılıyor?
Şu soruyu da eklerdim:
“Sınırdan sızıp 50 kiloluk bombalar koyan, mayın pusuları kuran, vali, kaymakam, öğretmen kaçıran, 24 erimizi şehit edebilecek güce ulaşan PKK’nın merkez üs yaptığı Kandil benzeri dağları haritandan mutlaka silecek ve o terör örgütünü başı kesilmiş ölü bir yılana çevirebilecek” harakatı yapması için Ordu’nun komutanlarını niçin zorlamıyorsunuz?
Başbakan’ın cevabı ne olurdu? Cevabını da burada yazardım.
...Başbakan, demokrat değil. Demokrasiye inanmıyor. Demokrat biri olsaydı, eleştiri yükseltenleri bizzat kendisi telefon ederek özellikle ,çağırırdı.
Necati Doğru / Sözcü



Hürriyet, Vatan, Star, Sabah, Akşam Tayyip Erdoğan’ın “medya yöneticileri” ile yaptığı “terör zirvesi”ne davet ettiği gazeteler arasında “ayrımcılık” yaptığını gizlerken, Milliyet sadece “Cumhuriyet, Aydınlık ve Sözcü” nün davet edilmediğini yazarak Yeniçağ, Ortadoğu, BirGün gibi diğer davet edilmeyen gazeteleri sansürledi. Sözcü “askeri rejimden farkı yok” diyerek sert tepki gösterirken, Cumhuriyet de durumu “Ayrımcılığı kendisi yaptı” manşetiyle eleştirdi. Aydınlık, Başbakanı ayrımın sebebini açıklamaya davet etti. BirGün ise “Körler sağırlar, birbirini ağırlar” demeyi tercih etti.

Yazarın Diğer Yazıları