Gel barışalım artık!
ÖTV zammını eleştirenlere verdiği tepkiye “nazire” olan satırlarım için “suç duyurusu”nda bulunan Başbakan’a ithaf...
İnsanlara “edepsiz” diyen de, “ahlaksız” diyen de, “cibilliyetsiz” diyen de, “kafatasçı” diyen de ben olmadığıma göre sözüme kulak verin de kırıp dökmeyelim birbirimizi şu bayram gününde!
Yeni Türkiye’nin bayramları da bir başka olacak demek ki...
“Dargınlıkların, kırgınlıkların” bittiği, “kucaklaşma”ların yaşandığı, “sevme, sevilme, sevindirme” günleri olan bayramlar belli ki “Yeni Türkiye” de format değiştirecek...
Yoksa, ne diye bayram arifesini İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde, henüz açılıp açılmayacağı muallak olan bir davanın “sanığı” olarak ifade vermekle geçireyim değil mi!
( Sahi ya... Henüz hakkımda bir dava açılmadığına göre “şüpheli” sıfatıyla anılmam daha adil olmaz mıydı acaba! )
Hem de (eğer bütün bu yaşadığım trajikomik adli serüven avukatlarının işgüzarlığı değilse) Başbakan’ın isteği üzerine!
Gazetecinin bitmeyen “İleri demokrasi” çilesi
Gözünü sevdiğimin “ileri demokrasisi” de böyle bir şey işte;
Düzenledikleri “medya zirveleri” nde koca gazeteyi yok sayıyorlar ama iş “hukuk sopası”nı (bir de “hukuka hakaret!” ten dava açarlar mı acaba) göstermeye gelince, yok saydıkları gazetede yazan bir tek satırı bile atlamıyorlar!
Recep Tayyip Erdoğan, vekilleri Ahmet Özel, Turhan Ataş, Hamit Eracun ve Metin Koşan aracılığıyla, hakkımda suç duyurusunda bulundu Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına.
“Cezalandırılmamı” talep ediyor ilgili yasalar uyarınca!
Genel Yayın Yönetmenimiz dilekçenin kopyasını uzattığında, ne yalan söyleyeyim korktum valla. Öyle bir sayfa, iki sayfa olsa neyse alışığız da, eklerini saymazsak tam 8 sayfa...
Dilekçe değil idamlık iddianamesi gibi duruyor ilk bakışta...
Şükür ki defaatle okumalarımız sonunda, içeriği “kalıbı” kadar ağır çıkmadı zihin tartımızda! (Haşa “hafif” demek istemiyorum yazdığınız metne; korktuğum kadar değilmiş manasında şey etmiştim ben şeyi!..)
(Biliyorum okumayı zorlaştırıyor ama, çok açık ve net ifadelerle kaleme alınmış bir metinden bile kırk türlü fitne çıkarılabildiğine göre, aslında ne demek istediğimiz konusunda yeni bir içerleme hadisesine sebebiyet vermeyelim diye, katlanacaksınız artık bu parantez içi - “meal”lere!)
Dumura uğrattım sizi farkındayım... Farkındayım esas mevzuya gelmemi bekliyorsunuz, “suç”u merak ediyorsunuz... Onu da yazacağım, yazacağım yazmasına da, kendim bulamadım ki daha...
“Suç” sa kaynağını da Araştırsaydınız keşke...
İddiaya göre;
“Bir kısım resim ve resimler altındaki alaysı ve okuyucuyu yönlendirici notlarla birlikte müvekkil ve ailesinin onur, şeref ve saygınlığı” nı rencide etmişim...
“Abartılmış ve uydurulmuş veriler üzerinden, tamamen yalan yanlış bilgilerle, halkın kin ve nefret duygularını” kabartmışım...
Halkı “servet düşmanlığına” kışkırtmışım...
“Bu duyguları müvekkile yönlendirme kastı ile hakaret” te bulunmuşum...
Başbakan’ın ÖTV zammını eleştirenlere sarf ettiği sözlere “nazire” den ibaret olan bir metinde bu kadar çok “suç” varsa, o zaman o “suç” ların kaynağına, yani Başbakan’ın konuşma metnine kadar derinleştirmeliydiler araştırmalarını bence.
Öyle ya, “Kalkıp da 500 bin liralık BMW’ye bineceğine sen de Fiat kullan o zaman ne olacak” diye yazmak “hakaret” kanıtı olacaksa...
Milyonlarca insanın karşısına geçip “Porsche’ye binme Fiat’a bin, ne olacak” demek nasıl “nasihat, öğüt, tavsiye, çözüm için reçete, derde derman...” kavlinden sayılacak? Biri bunu açıklayabilir mi bana!
Ne güzel İstanbul valla...
Bir de “yalan yanlış, uyduruk, abartma” demişler yazdıklarımıza...
Sanırsın “bir araç” içine fotomontajla oturttuk Erdoğan’ı... Sanırsın binlerce liralık çantaları fotomontajla iliştirdik Emine Hanım’ın koluna...
Suç mahalini tarifte epey zorlanmışlar
Kitap olsa sayfa numarası verirler kolay da, altı üstü bir gazete yazısı olunca hayli zorlanmışlar “suç mahalli” ni tarifte:
“Yazının ilk cümlesi...
Başlığın altında sağ üst köşedeki resmin altında...
Sol taraftan aşağıya doğru konan resimler...
Birinci sütundaki ara başlık...
İkinci sütun birinci paragraftaki başlangıç...
Üçüncü sütunun alt kısmında, ara başlığın altında başlayıp dördüncü sütuna kadar devam eden...”
Mercekle mi çalıştılar ne!
Son tahlilde;
“İşaret” ettikleri yerleri çizdim de yazı girişinden son cümlesine kadar “suç manzumesi” ymiş meğerse!
Her neyse, bir hukuk adamının “edebiyat”tan anlamasını beklemiyorum tabii ama, “basın yoluyla işlenen suçlar” konusunda söz söylemeden önce en azından “haber metni” ile “yorum” un farkını öğrenmiş olması gerekirdi bence.
Suç duyurusunda “haber” diye bahsedilen metnin, kişisel duygu ve düşüncelerimi yansıttığım, söz sanatlarının envai çeşidi ve ironilerle bezeli bir yorum metni olduğunu düşününce, içinden bir kelimeyi, bir cümleyi cımbızlayıp “aha da buldum” demek pek gülünç de... (Gülünç derken; aşağılama niyetinin zerresi yok burada. Okurken karnıma ağrılar girene kadar güldüğüm için bir tür durum tespiti yapıyorum sadece!)
Çarpıtma ve uydurma dersi mi verdiler acaba
Şimdi tutup da Başbakan’ın avukatlarının suç isnatlarını sıralamaya kalkarsam yazıyı bütünüyle bir kere daha yayımlamam gerekecek ki, hiç lüzum yok, “katmerli suçlu” filan ilan edilirim, neme lazım...
Ben, bir tür iyi niyet vesikası olarak “cevap”larını paylaşmakla yetineyim.
“Yazarın yazısında yer verdiği resimlerde ve yazısında değindiği gerek uçak, gerek araç müvekkilimin şahsına ait değildir. Müvekkilim Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, dünyanın önde gelen devlet adamı ve siyasetçisidir. Bu nedenle makam aracı devlete ait uçak filosu vs. yazarın kasıtlı ve yanlı nitelemelerini izahta vareste tutarak, izandan yoksun olduğunu belirtiriz...” demişler.
Önce beni “hakaret”le suçlarken, “izansız” deyip anlama yeteneğinden yoksun olduğumu ileri süren ve böylelikle “saygı” algılarının çapını alenen ortaya koyan avukat arkadaşları tebrik ederim...
Yazımda adı üstünde “makam araçları” nın Tayyip Erdoğan’ın şahsına ait olduğunu ileri sürmediğime göre “Araçlar Tayyip Erdoğan’ın şahsi malı değil” açıklamasına...
Benim “devletin uçaklarını zimmetine geçirdi” gibi bir iddiam olmadığına göre “uçaklar şahsi malı değildir” açıklamasına...
ABD’de ev alanın zaten “Erdoğan’ın oğlu” olduğunu belirttiğim halde, sanki tersini yazmışım gibi “Ev alan müvekkilim değil, reşit olan oğlu Bilal Erdoğan’dır” açıklamasına...
“Kısıklı’daki sitenin sahibi” olduğunu iddia etmediğim halde etmişim gibi “Kendisi sitenin sahibi değildir” açıklamasına...
“Sümeyye Erdoğan’ın cipi var” demediğim halde, “Sümeyye Erdoğan’ın kendisine ait cipi bulunmamaktadır” açıklamasına...
Neden ihtiyaç duyduklarını açıklayabilirler mi acaba!
Ortada düzeltilecek bir şey olmadığı halde varmış gibi yapıp düzeltmelerde bulunmak da neyin nesi?
Avukatlar durumdan vazife mi çıkarıyorlar acaba
“Müvekkilim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemden bugüne kadar, katıldığı onbinlerce fakir iftarındaki yemek menüsünü kendisi belirlemediği gibi, Nursuna Memecan hanımın veya katıldığı başkaca iftar ve yemeklerdeki menüyü de kendisi belirlememiştir.” Demişler...
İyi de zaten “Kendisi belirlemiştir” diyen yok ki... Tersine milleti uyardığı gibi, milletin vekilini de uyarsın diye “destek” var o cümlelerde Erdoğan’a; teşvik var!
Başbakan o yemekte kafayı bulan Emre Aköz’den rahatsız olmadı da, böyle yemek mi olur diyen benden mi rahatsız oldu! Yok artık!
Şüpheye kapıldım şimdi;
Hukuk adına girişen bu “komedi” Başbakan’ın bilgisi dahilinde mi, yoksa “durumdan vazife çıkaran” avukatların işi mi!
“Şatafatlı diye bahsedilen Bilal Erdoğan’ın düğünü, davetli sayısı 10 bin kişinin üzerinde olup, bu kadar yüksek sayılı katılım o günün şartlarında ancak Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde ağırlanabileceğinden sadece nikah şeklinde orada yapılmıştır. Kaldı ki katılımcılara sadece su ikram edilerek ayakta misafir edilmişlerdir. Sanık gazetecilik sıfatı ile bu detayları biliyor olmasına rağmen yalan ve yanlış haber şeklinde çarpıtarak halkı kin ve nefrete yönlendirmiştir...”
Daha önce de söylediğim gibi bir “nazire”ye karşı böylesi “savunma” geliştirdiklerine göre, biz de tutup, 10 bin şişe/bardak neyse suyun bedelini mi hesaplayalım yani! Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde yapsa 10 bin kişi davet etmeyecek, 10 bin adet su da almayacaktı haliyle!
(Şimdi bunları da tutup “suyu bile çok gördüler” diye yansıtsınlar ister misiniz!)
“Haberde müvekkilin kızı Esra’nın düğününde misafirlerin özel yat ile ağırlandığı belirtilmiş ve bu durumu saltanatın sonucuna bağlanmıştır. Müvekkilin hiçbir çocuğunun düğününde misafirlerin yatla ağırlanması durumu söz konusu değildir.”
Sözün bittiği yerdeyim... İyisi mi ben Milliyet gazetesinin söz konusu düğünle ilgili haberini aktaran linki vereyim, artık “yalan” yazan kim siz takdir edin:
http://www.milliyet.com.tr/esraya-liderler-zirvesi-gibi-dugun/guncel/haberdetayarsiv/12.07.2004/244767/default.htm
Siyasi düşüncemin ne ilgisi var bu davayla
Velhasıl-ı kelam...
Milletten “kemer sıkması”nı isteyen Erdoğan’ın şahsında temsil ettiği “hükümet” ve “devlet”in kemer sıkmasını istemekte, “rol model” konumunda olduklarını düşününce “ailecek” kemer sıkıp topluma örnek olmaları çağrısında bulunmakta, “kamu yararı gözetmek” dışında nasıl bir kasıt güdülebilir Allah aşkına!
“Tam sayfa yer alan yazı ve resimlerle oğullarından kızına eşinden kendisine kadar müvekkilin şatafat ve saltanat içerisinde yaşadığı gibi bir anlayış okuyucuya aktarılmak istenmekte” ymiş.
Eeee....
Evet bana göre öyle...
Ben Erdoğan ailesi mensuplarının fotoğraflarına baktığımda “bolluk, zenginlik, gösterişli bir yaşayış” algılıyorum.
Suç mu?
Suçum buysa, zaten yandı gülüm keten helva...
Şimdiden geçmiş olsun bana!
Da...
Asıl suçumun ne olduğunu ağızlarından kaçırıvermişler satır aralarında. Erdoğan’ın avukatlarına göre “siyasi düşüncemin hakimiyetinde” yazmışım ben o yazıyı?
O yazının hiçbir yerinde benim siyasi düşünceme dair bir ifşaat olmadığına göre nasıl vardılar dersiniz böyle bir kanıya?
Nerden biliyorlar hangi siyasi düşünceye sahip olduğumu?
Benim suç işlediğimi iddia ettikleri yazıyı pekala bir sosyalist de, muhafazakar da, hatta liberal bile kaleme alabilir. Dolayısıyla avukatların “bağlantı kurma metodu” ekseninde sormam şart oldu:
Ben belli ki evvelce fişledikleri “siyasi düşünceme” duyulan alerjinin “hakimiyetinde” mi suçlanıyorum acaba, hukuk tarihine geçecek olan bu skandal şikayet dilekçesiyle?
Üzgünüm ama, yeniden; “Millete söyleyene bak”
Hepsi bir yana da mesele hakikaten “125. Madde’lik” suçlar ise... Yani mesele insanların “onur, şeref ve saygınlığının rencidesi” ise, üzgünüm ama bir kere daha çok kızdığınız o başlığı atmam gerekir bu yazıya:
“Millete söyleyene bak!”
Birine “edepsiz, alçak, ahlaksız” demek hakaret değil midir?
Hopa’da yaşanan olaylar sonrası yaşadıkları polemikte Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’na aynen böyle söyledi de!
Birine “cibilliyetsiz” demek hakaret değil midir?
Tayyip Erdoğan referandum sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’na aynen böyle dedi de!
“Malum, Kılıçdaroğlu da Alevi kültürünün mensubu. Bir Alevi olarak önce onu anlaması, iyi öğrenmesi lazım. Burada affedersiniz, beline hakim olmayanları gördük ve bir kasetle başkan oldu...” demek bir inanç grubuna karşı “kin ve nefret” uyandırmak değil midir? Bu sözler Tayyip Erdoğan’a ait de!
Birine “kafatasçı” demek şeref ve saygınlığı rencide etmek değil midir?
Tayyip Erdoğan hem de bir Kadir Gecesi, Devlet Bahçeli’yi böyle nitelendirdi de!
“Onu televizyonda izlettirmeyin. İzleyen psikolojik travma geçirir” demek onur ve saygınlığı zedelemek değil midir?
Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli için böyle söyledi de!
Peki ya “küfür” ! Onu nereye koyacağız?
Malum “Açılım” görüşmeleri sırasında Devlet Bahçeli konuşurken, Tayyip Erdoğan’ın kendi kendine söylendiği görüntüleri inceleyen dudak okuma uzmanları sinkaflı sözler “keşfetmişti” de!
Bir ideolojiyi “sivil faşist” diye damgalamak, o ideolojinin mensuplarına karşı halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek değil midir?
Tayyip Erdoğan ülkücüleri öyle yaftalamıştı da!
Bir siyasi hareketin mensuplarını “hayvan” yerine koymak hakaretin daniskası değil midir?
“Sayın Bahçeli sen bozkurtlarla mı dolaşıyorsun? Bozkurtların sana hayırlı olsun. Ben Bozkurtla dolaşmıyorum. Ben eşrefi mahluk olan insanlarla dolaşıyorum” sözlerinin sahibi Tayyip Erdoğan’dan başkası değil de!
Varım derseniz;
Çiftçiyi, memuru, öğrenciyi, işçiyi, gazeteciyi, şehit ailelerini de ekleyebiliriz bu listeye...
Ama bu bayram günü “gelin barışalım artık” derim ben size...
Yoksa...
Avukat Ali Rıza Dizdar’ın iddiası doğruysa ilk hapis cezasını da, Refah Partisi’nden Beyoğlu Belediye Başkan adayıyken, sandık başkanı Eyüp 2. Asliye Ceza Mahkemesi hakimi Nazmi Özcan’a “hakaret” ten almış biri olarak, bu konuda medyaya yönelteceğiniz her suçlama bizi vuruyor gibi dursa da bumerang gibi mutlaka size dönecektir sonunda!