Geçmişte yaşananlar ve faşizanlık!
Polonya ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan, Türkiye’de 40 bin kaçak Ermeni’nin yaşadığını belirterek, “Biz onları geri göndermiyoruz. Ancak gerekirse geri de göndeririz” dedi. Türkiye’ye döndükten sonra da Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiyle ilgili tartışmalar sırasında da “Ülkede küresel sermaye yatırım yapmak istiyor. Birileri ” Yahudi sermayesi “ diyor. .../..İzak çalışmayacak. Hasan, Mehmet çalışacak” diye açıklama yaptı. Başbakan Erdoğan bir başka konuşmasında da ’Ülke elden gidiyor’denildi. “Farklı etnik kültürden olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımdı. Bu hataya bazen biz de düştük” dedi. Olayları izleyenler, Türkiye’de açılan tartışmaların biri bitmeden bir diğerinin başladığını hemen fark ederler. İşin ilginç yanı da bu tartışmaları Başbakanın bizzat kendisinin başlatıyor olmasıdır.
Başbakanın bu açıklamaları, ucu açık, her yana çekilebilecek nitelikte ve savunmacıdır. Bu tartışmalar özeleştiri yapmak, sorun çözmek, durum tespiti yaparak gereğini yerine getirmek amaçlı değildir. Eğer böyle olsaydı, tartışmaların birisi bitmeden bir diğeri başlatılmazdı.
Başbakan’ın bu tür çıkış yapmasının kendisine göre haklı nedenleri de olabilir. Zira Başbakan Erdoğan, kısa bir süre sonra Yunanistan’a gidecektir. Başbakan “Farklı etnik kültürden olanları ülkemizden kovduk” diyerek bu anlamda birilerinin gönlünü almak istemiş olabilir. Diğer yandan “Yahudi Sermayesi” diye birileri gelmesini istemiyor anlamına gelen sözlerini de Başbakan’ın Davos’taki “One Minute” çıkışını dengeleme girişimi olarak nitelemek mümkündür. Başbakanın “Türkiye’de 40 bin kaçak Ermeni” yaşıyor açıklaması da Türkiye-Azerbaycan yakınlaşmasına karşı Ermenistan’ın tavrını dengeleme girişimi olarak düşünülmelidir.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu eleştirileri yapan, Türkiye’nin Başbakanıdır. Bu başbakan, yedi yıldır Türkiye’yi yönetmektedir. Türkiye, 86 yıllık tarihinin yaklaşık ondörtte birini, şöyle ya da böyle Başbakan Erdoğan’ın doğrudan etkili olduğu hükümetler altında geçirmiştir. Başbakan, sözünü ettiği hususları sorun olarak kabul etmiş olsaydı, şu ana kadar bu sorunlarla ilgili olarak gereğini de yapmış olurdu. Başbakan’ın yaptığı bu konuşmalar, daha çok dış destek aramakla yakından ilişkilidir.
Diğer yandan geçmişte meydana gelmiş bazı istenmeyen olayları bugünün şartları ve icapları içinde düşünmek, doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Her olayı ancak kendi şartları ve konjonktürü içinde anlamlandırmak mümkündür. Bu bağlamda azınlık hakları, vakıflarla ilgili hususlar, Patrikhanenin statüsü, 1924 yılında yapılan mübadele vb. hususlar, uluslararası antlaşmalarla ilgilidir. Bu hususların şekillenmesi de zamanın azınlıklarının İstanbul ve İzmir’in işgali sırasında düşmanlarla yaptıkları işbirliğiyle bağlantılıdır. Varlık Vergisi, İkinci Dünya Savaşı şartlarıyla, 6/7 Eylül olayları ve 1964-65 yılında Yunanistan’a gitmeye mecbur olanların durumu da Kıbrıs’taki gelişmelerle yakından ilişkilidir. Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Türk azınlığıyla ilgili uygulamaları da bu gelişmelerin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Olanı biteni bu bağlamdan ayırarak, farklı etnik kültürden olanların “kovulması” olarak nitelemek, Türkiye Cumhuriyeti devletine ve tarihine karşı yapılmış haksızlık olur.
Elbette ülkede yaşayan herkesin hiçbir ayrım olmadan birinci sınıf yurttaş olarak yaşaması esas olmalıdır. Ülkeyi yönetenler, bu anlamda birilerinin haksızlığa uğradığını düşünüyorlarsa gereğini yapmalılar. Zira iktidar, şikâyet ve yakınma yeri değil icraat yeridir. Türkiye’nin Başbakanı da Türkiye’nin dününü değil bugününü yönettiğini bilerek bunu yapmalıdır.