Geçmiş, asla geçmemiştir!
“Eğer bir gün dünyaya hükmedebilecek bir ırk varsa o da Türklerdir” diyen İngiliz soylularından Henry Blount, 1634 yılında Osmanlı topraklarında bir geziye çıkar ve yolu Sofya’ya doğru yola çıkan Osmanlı ordusuna düşer.
Osmanlı ordu kumandanı Murat Paşa’dır amma ne paşadır.
İngiliz’den dinleyelim:
“-Paşa ata bindiğinde kendisine mutlaka beş ya da altı at arabası eşlik ediyordu. Bunlar Paşa’nın eşlerini taşıdıkları için altın simli kumaş veya pahalı halılarla kaplanıyordu. Bazı Paşaların ondan az olmamak üzere, on iki veya on altı karısı oluyordu. Arabaya bindiklerinde, arabanın iki yanında birer adam durup bir sıra örtü tutarak diğer insanların onları görmelerini engelliyorlardı.”
“Yüz tane canım olsa dahi, özellikle saf Türk’se sözüne güvenmeye cesaret edebilirim” diyecek kadar Türkleri güvenilir bulan ve tarihçilerin “tarafsızlığına” gönderme yaptığı bu İngiliz gezginin yukarıdaki satırlardan sonra Paşa için söylediklerini buraya almaktan imtina ediyorum ve diyorum ki, savaşa onlarca eşi ile giden, yani cephede bile zevk ve sefasından başka bir şey düşünmeyecek duruma ta 1634 yılında gelmiş Osmanlı’nın bir Balkan çöküntüsü yaşaması, bir Çanakkale’ye ve bir Kurtuluş Savaşı’na mecbur kalmasının tohumları işte o günlerden atılmıştır.
Evet, bu tarihten, daha doğrusu bu saltanat ve nefs düşkünlüğünden 281 yıl sonra, yarın 85’inci yıl dönümünü kutlamaya başlayacağımız Çanakkale Savaşlarını yapmak zorunda kalır bu aziz millet. Üstelik Çanakkale de yetmez. Üstüne bir de var yahut yok olma gibi bir “kesin hesap” görme durumunda kalırız Haçlı Batı emperyalizmi ile.
Çünkü devleti yönetenler halk gibi yaşamayı bırakmış, ifrat ve tefritte zirve yapmış, ahlak çökmeye, kuruluş günlerindeki safiyet çürümeye başlamış, “Artık bana bir şey olmaz kibri” gönülleri ve gözleri kör etmeye başlamıştır.
Bilelim ki bir şey bir defa oldu ise, defalarca olur. Bugün dünyanın 17’nci ekonomisine sahip olabiliriz ve bugün Türk ordusu dünyanın en güçlü ordularından biri olabilir. Ama bütün bunlardan Osmanlı’nın başına gelenlerin bizim başımıza gelmeyeceği sonucu çıkmaz. Osmanlı o günlerde 17’nci değil, birinci idi. İsraf, rüşvet, yolsuzluk, tokun açın halinden anlamaması, fitne ve devletin kuruluşundaki safiyet ve şahsiyetlere sırt dönme bugün varsa, dün bütün bu haller neye sebep olduysa yine aynı şeye sebep olacaktır, saflığın hatta salaklığın âlemi yok!
Hiç şüphe yok ki Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ruhu, Rahmetli Akif’in Çanakkale Şehitleri’ne şiirinde yazdığı ve İstiklâl Marşı’nda dile getirdiği ruhtur. Bugün o ruhu “gericilik” olarak görenler ve o günlerde bu ruhu kendine rehber edinen Atatürk’ü kötüleyenler elbette izah edilemez bir körlük ve nankörlük içerisindedir.
Körün tökezlemediğine ve nankörün ilahi adaletin sopasını yemediğine tarih şahitlik etmemektedir.
Ne demek din düşmanlığı?
Artık yüzlerce papaz 1984 yılında Kiliseler Birliği organizesinde, “Kur’an Allah’ın kitabı, Hz. Muhammed de peygamberdir!” demiş, altını imzalamıştır.
Amerikalı Tarihçi ve Psikiyatrist Prof. Arnold Ludwig, dünyanın çeşitli siyasi önderlerinin başarı ve önem derecelerini sınıflandıran on bir ölçeğe göre, Atatürk’ü 20. yüzyılın en büyük lideri olarak ilân etmiştir.
Ne oluyor da bu ülkenin kimi insanları bu din ve bu Atatürk’le hesaplaşmaya giriyor?
Osmanlı’nın başına gelen bizim başımıza da gelsin diye mi?