Geç bunları geç...
Pençesinde kıvrandıkları “zulümle de abad olunur” sanrısına, “Firavunlaşma” salgınına, “Karunlaşma” ya, “kul hakkı” yiye yiye “insan kılığından çıkan” vebal obezlerinin haline bakınca, içlerinde Kur’an’ı Kerim’i hazmede ede hatmeden var mıdır; Allah bilir. Ama bakın George Orwell’ın 1984’ü derseniz iş değişir; şüpheye yer yok, belli satır satır ezberledikleri.
Hatırlayın, romanda “Parti”nin sloganı neydi?
“Geçmişi denetim altında tutan geleceği de denetim alında tutar; şimdiyi denetim altında tutan geçmişi de denetim altında tutar.”
Yalan tarihe geçerse gerçek olur!
Son birkaç güne bakın, yaptıkları bu değil mi?
Geleceğe hükmedebilsinler diye geçmişi denetlemeye çalışıyorlar. Tarihi “bellek delikleri”ne atıp, yerine, “tasarladıkları geleceğe uygun yeni bir geçmiş” yazıyorlar, yazdırıyorlar.
İktidarlarını korumak için “çelişkileri uzlaştırmaya” mahkumlar;
“Açılım” dedikleri, aslında hani nefretin Sevgi Bakanlığı’nda, savaşın Barış Bakanlığı’nda, yalanın Gerçek Bakanlığı’nda üretilmesi gibi; bir “çift düşün” oluşturma süreci.
İmralı’daki cani Öcalan’dan “iyi niyet elçisi”, eli kanlı terör örgütü PKK’dan içinde sevgi kelebekleri uçuşan “barışa yardım derneği” , teröristten “gerilla” , terörden “hak savaşı” yaratırlarken izlediğimiz hikaye aslında;
“Kürtler” in yerine “Aleviler” i ikame etmeyi deniyorlar devam filminde.
***
Dün, iktidarın birinci derecede “yakini” konumundaki medya temsilcisinin, MHP Genel Başkanı’na ithafla “Eğer Ferdi Tayfur filmleri izlemekten vaktiniz kalırsa, ’Dersim’in kayıp kızları’belgeselini izleyin Sayın Bahçeli... Geç bunları Devlet Bahçeli geç...” diye başlayan ve “Kürtlerle-Aleviler” i “devlet zulmünün mazlumu” ortak paydasında özdeşleştirerek, ittifaka yönlendiren satırlarını okurken, Orwell’ın “ütopik diktatörlüğü” ne; Okyanusya’ya gittim geldim -artık nedense(!)- 1984’ün en can alıcı sorusu “Nasılını anlıyorum da neden?” di bana göre;
Hadi efendisi “salı” Türkiye’de siyaset için polemik vakti diye “Ey ülkücü kardeşim” edebiyatına çevirdi dümeni, bu en bir yandaş kalemşor neden hop oturup hop kalkıyor peki?
Ne demiş Devlet Bahçeli?
Aslına bakarsanız “hiç”;
Hiçbir şey söylememiş ve diğer siyasilere de aynını yapmayı öğütlemiş:
-Özetle- Hariçten gazel okumayın, Alevileri kendi kendilerine bırakın demiş!
Bingo! İşte iktidarın telaşının “neden”i?
Aleviler kendi inançlarına bırakılırlarsa, zinhar gidip de Cumhuriyet’e karşı etnik bölücülerle ittifak yapmazlar ki!
Nasıl yapsınlar; “Dersim”in de, bugün Güneydoğu’da yaşananların da miladı, “Kürt derebeylerinin Alevi Türkmenlere kılıç sallaması”!
O zaman ne yapmalı;
Alevilere, onları “cellatlarıyla iş birliği” ne sevk edecek “yeni bir geçmiş” yazmalı!
***
Tarih yazıcıları devreye girmeden, “henüz vakit varken” yani, benden size bir adet tahrif edilmemiş canlı tarih belgesi:
“(...) Cibranlılar; Sultan Hamid’in müstebit alayları ve Kürdistan’ın kudretli bir aşireti, Hormekliler mülkiye, reaya ve ahali, aşiret ve Kürt sayılmayan bayağı bir Türkmen oymağı bilinirdi.
Cibran alayı kumandanları ve aşiret ağaları; hükümleri Muş ve Varto idare makamlarınca yürütülen ümera ve zabitan, Hormek ağaları hükümet kapısından kovulmuş, malı canı helâl kâfir Kızılbaşlardı.
İşte birisi asalet, salahiyet, kudret ve zorunu göstermek için, öbürüsü malını, canını, namusunu ve hakkını istibdadın kanlı pençesinden kurtarmak için çarpışıyordu. Cibran aşireti, bin ikişer yüz atlı mevcutlu dört Hamidiye Alayına ayrılmıştı. Sultan Hamid’in, para, rütbe, silah ve kuvvetiyle teçhiz edilen bu dört alay, kendi bölgelerindeki halka, kasabalara ve Hamidiye olmayan diğer aşiretlere saldırarak, onları kendi çiftlikleri haline getirmişlerdi. Bilhassa Kızılbaş bildikleri Hormek aşiretini yok etmeye yeltenerek, onların Varto’daki bölgelerine, köylerine saldırmışlardı. Hormekliler ilahi ve tevekkülle, canlarını ve namuslarını kurtarmak için, bu sayısız aşiret akınlarına karşı bin zorlukla ele geçirdikleri basit silahlarla köylerinin mevzilerinde gece gündüz beklemişlerdi.”
Cumhuriyete karşı Alevi-Kürt ittifakı tesis etmeye heveslenen yandaşlar, eğer iktidarı şakşaklamaktan vakitleri kalırsa -tavsiye ederim- Mehmet Şerif Fırat’ın “Varto Tarihi”ni okusunlar.
Kesmezse, “Dersim’in kızları” nı anlatan onlarca kaynak da yollayabilirim kendilerine; hamile kadınların Hamidiye Alaylarınca kuşatılan köylerinden kaçamayacaklarını anlayınca, namuslarını korumak için nasıl intihar ettiklerini okuduktan sonra kavrarlar belki, olmayacak duaya amin dediklerini.
***
Anadolu’nun “Kürt aşiret ağalarına komutan, akrabalarına da binbaşı, yüzbaşı, mülazım rütbeleri dağıtılırken, Alevilerin alay kurma isteğinin ’Tehlike yaratabilir’ diye reddedildiği karanlı, yağma, tecavüz, katliam çağı” na ışık tutunca ortaya çıkan gerçek “iki kere iki dört eder” kadar netken...
Ama bir dakika ya...
Mesele de bu zaten...
Neydi “Büyük Birader”in en büyük endişesi:
“Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmektir; buna izin verilirse arkası gelir.”
Hepsi topluma “iki kere ikinin beş ettiğini” kabullendirme mücadelesi; ki koruyabilsin gücünü yalanların efendisi!
İlle de saksı mı lazım
Hürriyet’ten Ahmet Hakan’la söyleşisinde, “Suçu günahı olmayan insanlara her türlü yanlışlığı yapmayı hak zanneden bir yapıya karşı, zulmün karşısında Hüseyin olmayı tercih ettiğini/ettiklerini” iddia etmiş Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı.
“İncitici ve ağır sözler”e, “hukuki niteliği olmayan” yani “iftira” dan gayrı anlam taşımayan “jurnal” lere isyan etmiş:
- İspat et kardeşim!
- Kanıt gerekir!
- Bu vatandaşı manipüle etmektir!
Bir kere bile “biz de hata yaptık” dememiş, “biz de haksızlık ettik” dememiş, özeleştirinin kıyısından bile geçmemiş. Tersine “sütten çıkmış ak kaşık” makamından seçmiş ifadelerini:
“Biz ’Bu adamların hepsine zulmedin’diye bir teşvikte bulunmadık. Hep somut veriler üzerinden gittik.”
Tam da burada işte, keşke Zaman’da yayınlanan ve kendi gazetesindekiler de dahil birçok meslektaşını hedef gösteren “Gazetecilerin köşe yazısı Genelkurmay’dan” haberini sorsaydı Ahmet Hakan, Dumanlı’ya:
- Siz naip hakim Hüsnü Çalmuk’un raporunu alenen çarpıtarak, gazetecilere zulmü teşvik etmiş olmadınız mı?
- Naip hâkimin raporunda, kendisine gönderilen bu e-postaları kullanan, aynen ya da kısmen tekrarlayan herhangi bir köşe yazarından söz etmediği halde,
- Genelkurmay kayıtlarında gönderilmiş herhangi bir e-postanın, aynen, kısmen ya da mealen bu gazetecilerin köşelerinde, kendileri yazmış gibi yayımlandığına ilişkin bir bilgi olmadığı halde,
- Naip hâkim raporunda, bu isimlerin “askerlerle aralarında sıkı bir ilişki bulunduğu” belirtilmediği halde,
- Hangi somuttan yola çıktın?
- İspat ettin mi kardeşim!
Ama o gazeteciler yalan olduğunu ispat ettiler...
Bu durumda keşke Ahmet Hakan sorsaydı:
- Özür diledin mi kardeşim? Yalan haberi düzelttin mi?
O zaman bir daha düşün;
Gerçekten de “Suçu günahı olmayan insanlara her türlü yanlışlığı yapmayı hak zanneden bir yapıya karşı, zulmün karşısındaki Hüseyin” misin?
İtiraf için ille de saksı düşmesi mi lazım?