Gazetecilikten gına gelmiş
Ümraniye Davasını takip eden Taraf muhabiri, ’gına geldiğini’ ve savunması devam eden Kemal Kerinçsiz’i dinlemek yerine cezaevi bahçesine çıkıp hava almayı tercih ettiğini yazdı
YOK ARTIK!
Nisan ’şaka ayı’ ya... Gazete ve televizyonlar densiz işler yapıp “şaka yaptıııık” demeye meylettiler ya bu ara... Devletin haber ajansı bile, medyaya ’şakacıktan yanlış haber’ servisi yaptı ya... Az sonra aktaracağım haberi okurken... Her satırında... Sona yaklaştıkça artan bir arzuyla... “Ne olur şaka olsun” diye tekrarlayıp durdum. Ama Ümraniye davasını takip eden Taraf muhabirinin ’habercilikten gına geldi’ temalı yazısı gerçekti.
Taraf çıktığı günden beri kah ’sıkıştırılmış Ümraniye iddianamesi’, kah ’ekli klasör maketi’, kah ’savcı mütalaası’, kah ’karar veya infaz tutanağı’ formatında çıktı. Bir yılı aşkındır hergün ’aynı suçlamaları’ yazmaktan, aynı kurumları ’karalamaktan’, aynı kişileri ’hedef göstermekten’ hiç sıkılmadı...
İş kendilerinin de dahil olduğu bilgi kirliliğine, 2455 sayfalık iddianame ve eklerindeki suçlamalara cevap vermek durumunda olan sanıkların savunmalarına gelinceyse sıkılıverdi.
Bakar mısınız, şu metne: “Bir dönem Elif Şafak, Hrant Dink gibi aydınların yargılandığı duruşma salonlarının önünden ayrılmayan Ergenekon tutuklusu Kemal Kerinçsiz, şimdi de kendisini yargılayan mahkeme heyetinin önünden ayrılmak bilmiyor.”
Daha giriş cümlesinde “benim önyargılarım var” , “ben objektif değilim” , “Şafak ve Dink’ten Taraf’ım” diye bağırmıyor mu?
Madem konuya ‘ora’dan başlayacaksın; o “aydınlar” neden yargılandı? Kerinçsiz hangi sıfatla o mahkemelerdeydi? Durduğu yerin tam adı “kendisini yargılayan mahkeme heyetinin karşısı” mı yoksa, “savunmasını yaptığı kürsü” mü? Bunları neden yazmıyorsun?
Kasap et derdinde
Bu çok kimlikli metin kısmi olarak Yasemin Çongar ve Ahmet Altan’a sadakat mektubu, kısmi olarak da Silivri Cezaevine Müdürlüğü’ne yollanan şikayet mektubu olma özelliği gösteriyor: Duruşma salonundan çok sıkıldım, boyuma uygun salıncakların, kaydırakların, tahteravanların olduğu bir oyun parkı isterim Müdürü Beyamca!!!
Devam ediyor muhabir: “Sabah iki buçuk, öğleden sonra üç saat hiç durmadan konuşan Kerinçsiz dün savunmasının 7. günündeydi. Böylece dört buçuk günlük savunmayla önceki rekoru elinde bulunduran İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek’e açık ara fark atmış durumda...”
Gazeteci(!) arkadaşımıza bir sonraki görev yeri olarak Londra Olimpiyatları’nı öneririm. Kim kimin rekorunu egale etti, kim rekor kırdı, bütün istatistikleri tutar. Hem sıkıcı da olmaz. Aralarda havuzda oynar, çimlerde yuvarlanır, sıçrama tahtasında zıplar, hoplar...
Ama “asrın davası” sanıklarının fiziksel ve ruhsal formlarını korumalarının ’rekor denemesi’nden ziyade ’hayatlarını kurtarmak’ uğruna olduğunu sanıyorum. Tabii et derdindeki kasaba, koyunun can derdini anlatmak mümkün olur mu?
Haberi içselleştirmek
Taraf muhabiri, mektubun ‘ustalara saygı’ bölümünde Kerinçsiz’in “laf cambazlığı” yaptığını, “mahkemeyi etkilemek için sesini eğip büktüğünü”, “kendisiyle ilgili suçlamalar karşısında şaşırıp kalmış biri edasına büründüğünü”, “savunmasını tahmin ettiği için dinlemeye gerek duymayıp, ciğerlerine taze hava doldurmak için bahçeye çıktığını”, ama ses siteminin etkisiyle burada bile Kerinçsiz’in sesini duymanın “can sıkıcı” olduğunu yazmış.
Yaşadığı sıkıntıyı meşrulaştırmak için de tutuksuz sanıkların da aynı duyguları paylaştığını eklemiş. Salona giren tutuksuz sanıklar “Hala Kerinçsiz mi?” diyorlarmış.
Savunma sırasının kendisine gelmesini bekleyen veya davanın ilerlemesini, akıbetlerinin bir an evvel netleşmesini bekleyen sanıklar durumdan şikayetçi olabilir. İki yıla yaklaşan bir süreyi iş hayatlarını, sosyal ilişkilerini, gelecek planlarını dondurarak yaşamak durumunda kalan bu insanların “sıkıntı”sı anlaşılabilir. Ama “gazeteci” açısından durum farklı...
Bir haberi yazarken, onu ’gerçek’ kılan en önemli unsur, gazetecinin o haberi içselleştirebilmesidir.
Yaptığı haberin ’aslında ne olduğundan’ bihaber olan gazeteci, meslektaşlarını kendine güldürmekten ötesini başaramaz.
Konumuz Ümraniye davası olduğuna göre, burada gazeteci içselleştimeyi tutuksuz sanıklar kadar, tutuklu sanıklar ile de, savcılar kadar, savunma makamı ile de, iddialar doğrultusunda mağdur gözükenlerin yakınları kadar, suçlulukları ispatlanmamış sanıkların yakınları ile de yapmak zorundadır. Aksi halde gazetecinin objektifliğinden / tarafsızlığından / nesnelliğinden nasıl söz edebiliriz?
Bu muhabirin “dinlemekten sıkıldığı” savunmaları yapan sanıklardan kimi iki kere ağırlaştırılmış müebbet ile, 500 yıla varan hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Aylardır cezaevindeler. Aynı koğuşu paylaştıkları kimi arkadaşları ölüme tahliye edildi, kimi komada, kimi geçirdiği hastalıklardan arazlı yaşayacak. “Geleceklerini kaybetme” riski ile karşı karşıya olan bu insanların suçlu iseler cezalarını çekmeleri gerektiğine kimse itiraz etmiyor. Ama suçsuz olduklarını ispatlama hakkına karşı nasıl böyle pervasız bir tavır sergilenebilir? Taraf muhabiri sıkılmasın diye, “silahlı terör örgütüne üye olmak” gibi ciddi bir suçla yargılanan Kerinçsiz “ben bu suçlamayı kabul etmiyorum, takdir sizin hakim bey” deyip kenara mı çekilsin? Elinde bilgi ve belge varsa, suçlamaları çürütmek için bunları kullanmasın mı? Hukuk donanımını faydaya dönüştürmesin mi? Gazeteci, davanın, böyle bir beklenti geliştirebilecek cephesinde midir ki, bu akıl almaz satırlara imza atar?
Yok artık. Bu kadarı da olmaz.
Sapıkça fikirleri savunan Ahmet Altan ile, ilişkileri gölgeli Yasemin Çongar ve Amberin Zaman ile, durmadan yalanlanan provokatif manşetleri ile bir çok ahlaki, toplumsal, sosyal değeri “tabu” adı altında hedef alan Taraf, şimdi de gazetecilik ilkelerine mi kast edecek?
Tek tek sekerek
Belki cezaevi yönetimini kandırır da bir mini sayfiye alanı yaptırırız, Cumhuriyet tarihinin neredeyse yeniden yazılışını izlemek yerine, mangal yeller, ip atlarız, yaz da geliyor, sere serpe otlara yayılırız umudu taşıyorsan başka... Ama madem Silivri’ye, tarihi bir hukuk mücadelesini belgelemeye değil de, çadır tiyatrosu izlemeye gidiyorsun, boşuna yorulma... 2012 olimpiyatlarına da epey zaman var, ben sana o zamana kadar Florya’daki Belediye Tesisleri’nde oyalanmanı salık veririm...
Bir Taraf muhabirinin “izlenimleri”ne bakıyorum. Bir de başından beri davayı takip eden muhabirimizin her akşam yığınla notla dönüşünü, o “sıkıcı” saatlerin ardından izlenimlerini “hararetle” bizimle paylaşmasını, hiçbir ayrıntıyı atlamama gayretini...
Zor bu işler Tuba Tekerek. Yol yakınken tek tek sekerek, bade süzerek, gazetecilikten el etek çekmek gerek...
+++
Devlet
zulmetmez
Kurtuluş Savaşı’nın milis komutanlarından, “Demirci Efe”, Rafet Paşa’ya “çeteciliği” anlatırken şöyle demiş: Paşam bu işler -yani devlet- ya ilimle idare edilir, ya da zulümle... Bende ilim olmadığına göre...
“Demirci Efe” zulmeder ama devlet zulmetmez...
Ergenekon Davası sürerken kimseyi suçlayacak değiliz. Ama bir insanı tutuklayıp 13 ay tutmanın, cezaevinden cezaevine, hastaneden hastaneye dolaştırmanın, kanser olduğu, kısa bir süre sonra öleceği anlaşılan bir insanı ölümünden beş gün önce ölüm döşeğinde tahliye etmenin vicdanı bir sorun olduğunu söylemekten de çekinmeyiz. Devletin bir insandan şüphe etmesi, onu sanık sandalyesine oturtması, cezaevine atması, yargılaması elbette bir süreçtir.
Devlet bunların hepsini yapar, uygunluğu tartışılır ama, devlet bunları uygular... Ama devlet zulüm yapmaz...
“Devlet Baba” lafı boşuna söylenmemiştir, devlet zulmedemez.
“Doktorlar en çok üç aylık ömrünün kaldığını söylediklerinde biz üç ayın ne kadarını kullanmıştık?”
Sabriye Okkır böyle düşünüyordu, o, son üç ayın ne kadarını, ne için kullanacaklardı?
Tahliye için; kocasının son günlerini cezaevinde ya da ayağına pranga vurulmuş, tutuklu koğuşunda, hastanede değil, evinde geçirmesi için tahliye talepleri peşinde koşarak... Sonunda tahliye kararı geldi, beş gün sonra da Kuddusi Okkır canını kaybetti. Suçunu öğrenmeden göçüp gitti, çünkü iddianame daha hazırlanmamış, tebliğ edilmemişti. Hoş, edilseydi, anlayacak halde değildi ya! Sabriye Okkır kocasının ardından şöyle der: Ben bir veteriner kızıyım. Haradaki hayvanların hepsi devletin zimmetindedir. On beş günde bir Tarım Bakanlığı’na ara raporu gider, ayda bir de genel rapor gider. Her hayvan için ayrı rapor tutulur. Bir hayvan için bu kadar özen gösteriliyor da, devletin zimmetinde olan bir kişi için bu kadar mı duyarsız kalınabiliyor? Bu muamele bir insana yapılabilir mi?
Devlet sorgular, devlet gözaltına alır, devlet tutuklar, devlet yargılar, devlet mahkûm eder. Ama devlet zulmetmez! Devlet, “Demirci Efe” değildir.
Hasan Pulur / Milliyet
+++
Sorun 12 puan ise Ermenistan da verir
Vatan’daki “Azerbaycan’ın 12 puanı tehlikede” başlığını görünce “İşte benim ülkem budur” dedim.
Kapılar açılınca Azerbaycan’ın 12 puanı gidebilir ama Ermenistan’dan da 12 puan gelebilir.
Kardak kayalıkları 12 puan etmese de 6’dan aşağıya gitmez. Sıkı bir pazarlıkla Yunanistan’dan 8 puanı kaparız.
Almanya’dan gurbetçi desteği ile zaten 12 puan alıyoruz ama AB’ne tam üyelikten vazgeçersek Fransa ve Hollanda’dan da tam puan alırız. Hazır yola çıkmışken Rasmussen’den ona zorluk çıkardığımız için özür diler ve ROJ 2’yi de yayına sokması için yardımcı olursak Danimarka’dan da minimum 10 puan gelir.
Üzerine bir de Kıbrıs’ı çözdük mü ilk üç garanti demektir.
Siz en kritik diplomatik konulara bile Hadise üzerinden yorum getirebilen başka bir ülke gördünüz mü?
Özay Şendir / HaberTurk
+++
Darbeci paşaya bu ne itibar
Evren’in Gül’e ziyareti iktidardakilerin hedefinin darbeciler değil kendilerine yan bakanlar olduğunu gösterdi
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tedavisi sırasında eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den ilgisini esirgememiş. Kenan Evren de Çankaya Köşkü’ne teşekkür ziyaretine gelmiş.
Bazı generaller hatta gazeteciler darbe teşebbüsü suçuyla yargılanıyor, bazıları hapiste. Darbeci general ise, Çankaya’da birinci sınıf törenle ağırlanıyor. İktidardakilerin hedefinin darbeciler değil kendi iktidarına yan bakanlar olduğunu anlatan sayısız örnekten biri de bu...
Ulusalcı ve Atatürkçüler, kafadan Ergenekoncudur.
Yavru Vatan’ın yöneticileri de seçimde okka altı olacaklarını görünce Denktaş’ı Ergenekoncu diye ihbar ettiler. Ergenekon’u baba vatandaki siyasi iktidar kullanacak da yavrusu kullanmayacak, hiç olur mu?
Melih Aşık / Milliyet
+++
MİNİ YORUM
Polis silahsızlansın mı?
Üzerine bir koca bir sayfa yazasım var ama Medya Polemik’i Hürriyet manşetlerini takip timi raporuna dönüştürmeye içim el vermiyor. “Türkiye’nin en büyük Gazetesi” dün de yaptı yapacağını. Polis Bayramı kutlamalarını “Silah Bayramı” manşeti ile sundu. Manşeti görünce ‘Allah Allah acaba yürüyüş sırasında hava ateş açan polisler mi oldu’ diye ürktüm. Meğer mesele polis üniforması giydirilen çocukların oyuncak tabancalarının şiddet sahnelerine(!) neden olmasıymış. Kendi adıma oyuncak tabancanın, çocuklar üzerinde bilgisayarda oynadıkları strateji oyunları kadar psikopatlaştırma etkisi olduğunu düşünmüyorum. Toplumun silahlanmasını savunmuyorum ama güvenlik güçlerinin silahsızlandırılması da garip olmaz mı? Polis bayramını, polisin görev araçlarından biri olan silahın varlığı neden gölgelesin?