Gazete okumayın çocuk yapın!
BEKİR COŞKUN BAŞBAKAN’IN ‘GAZETE ALMAYIN’ TALİMATINI BÖYLE YORUMLADI
Teokratik yönetimler; çağın çok çok gerisinde kalmış zihniyetlerini çağın insanına uyduramadıkları için, insanları yönetime uydurmaya bakarlar. Daha da açıkçası; o kafayla devlet ileri gidemiyorsa, olsun...İnsan geri çekilir. İşte bu yüzdendir; insanın özel alanlarına girerek, insanı kendilerine göre ayarlarlar: Baş örtmek... İçki yasağı... Harem-selamlık...
Tuvaletlerdeki klozetlerin yönü ve biçimini dahi...
* * *
Nasıldı o:
“En az üç çocuk...”
Bir milyon insan işsizken ve 250 bin çocuk sokaklarda yatarken, “En az üç çocuk” size “genç nüfus arzusu” gibi gelse de -ya da gelmese de- bilinçaltında yatan, insanı kendine göre ayarlama duygusudur.
Açıkçası yatak odalarına bile müdahale: “Hanım hanım kalk, biliyorsun en az üç dedi...”
(...)
Ama böyledir...
Devleti yönetemeyince, insanların özel yaşamına girip yönlendirme çabasıdır bu...
Gazetecilere nasıl haber yazacaklarını bildirdikten sonra, Başbakan’ın dün ikinci kez okurlara dönüp verdiği talimatı duydunuz:
“Gazete almayın...”
Dünya demokrasi tarihinde ilk kez bir başbakan, kendi ülkesindeki insanlara, kendi ülkesindeki gazeteler için “Okumayın...” diyor.
En az üç çocuk doğurun, ama gazete okumayın...
Size çağdaşlığı yakalamak, uygarlığa ulaşmak isteyen bir başbakanın sözleri gibi geliyor mu?...
Gelmiyordur...
Çünkü; birçok bahanesi olsa bile uygar insanın “bakabileceği kadar çocuk yapması ve gazete okuması” gerekir...
Ama bunu istemez teokrasi...
++++++
Linç karargâhı
Düne kadar ”Bırakın savcılar işlerini yapsın” diyenleri, Adalet Bakanı’na aba altından sopa gösterme noktasına getiren telaşın sebebi ne?
Cumhuriyet savcıları Rasim Işıkaltın, Kasım İlimoğlu ve Mustafa Çavuşoğlu’nun İstanbul’daki özel yetkili savcılığa atanması, linç karargahında hareketlenme yarattı. Oysa arı kovanı, bağırsak temizliği, vurun dalgalar derken mutlu-mesud yaşıyorlardı.
Bir anda “iktidarın adaletine güvenin” rahatlığı sona erdi. Sabih Kanadoğlu’nun önerisi mi dikkate alınmış? Perinçek “gerçek savcılar istiyorum” dedikten sonra atama yapmakı ne demekmiş? Hukukçular çok endişeliymiş... Sanırsınız, savcılık makamına kaz çobanı atadılar... Yeni savcıların özgeşmişi, olması gerektiği gibi “kanuna karşı geldiyse babamı bile tanımam” örnekleriyle dolu. Zaten linç karargahı da savcıların kusurlarından yakınmıyor. Dertleri savcıların birinci sınıf ve kıdemli olması!
Mümtaz’er Türköne’nin bu konudaki yazısı çok ilginç. Mesela diyor ki, “Ergenekon öldü. Aklı olan bu cenazeden bir an önce kurtulmaya çalışır.” Lafı yarım bırakıyor. Keşke “bu cenazeyi” kimsesizler mezarlığına gömmeyi reddeden hukukçular çıkar da, kime ait olduğunu bulmaya çalışırsa ne olur, onu da yazsaydı.
“Silivri’de devam eden duruşmalar, savunmaların çöktüğünü gösteriyor. Üç savcı rota değişikliğine yol açamaz”, dedikten sonra, “uzak durun Ergenekon’umdan” hırçınlığı sergilemesi de anlaşılır değil.
“Genelkurmay’ın, potansiyel bir sanığa sahip çıktığını” söyleyerek, yargıyı etkilemeye çalışacak kadar telaşlandıran nedir linç karargâhını?
++++++
Bakan’a da güvenmiyorlar
Fehmi Amca Mehmet Ali Şahin’den “Bugüne kadar davayı izleyen savcıların ellerinin bağlanmayacağına, siyasi iradenin desteğini çekmeyeceğine” dair garanti istiyor.
25 Ocak’ta “Korkuya, endişeye, tedirginliğe mahal yok, Ergenekon süreci başladığı kararlılıkla bitecektir.” diye yazan Fehmi Amca’ya 29 Ocak’ta “Hukuk süreci olumsuz etkilenirse, AKP suçlanır... AKP bu yanlışlığı yapmaz, yapamaz...” diye veryansın ettiren nedir?
YARSAV’a “hiçbir yetkisi yok” diye yükleniyordu. Hâkim ve savcıların atama ve nakletme, yetki verme gibi bütün işlemlerinden sorumlu olan resmi yapı, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu. Bu üç savcıyı da YARSAV değil, bu kurul atadı. Kurulun başkanı, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin. HSYK Anayasa’nın 159. maddesine göre “mahkemelerin bağımsızlığı” esasına göre görev yapıyor.
Savcıların Ümraniye Soruşturması’nda görevlendirildiğine dair resmi açıklama yapılmadığı halde dizlerini titreten ne? HSYK’ya saldırmaları, Şahin’i AKP’den kamuoyu desteğini çekmekle korkutarak, Zekeriya Öz’ün yetkilerine dair taahhütte bulunmasını istimenin anlamı nedir?
Siz demiyor muydunuz:
Bırakın da savcılar işlerini yapsınlar!
++++++
Son akşam yemeği
Gözaltına alınmadan önceki gece Erhan Göksel’i TRT Genel Müdürü, Başbakanlık Müsteşarı ve bakanların ilgi odağı yapan neydi?
Yalçı Bayer, Hürriyet’teki köşesinde VERSO Araştırma’nın sahibi Erhan Göksel’in Ümraniye Soruşturması’nda gözaltına alınmadan önce TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ile yemek yediğini yazdı. Bu arada Ala’nın, MİT Müsteşarlığı için adı geçenler arasında olduğunu hatırlatalım.
Bayer’in kaleminden olay şöyle gelişmiş: “TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, VERSO Araştırma’nın sahibi Erhan Göksel’i yemeğe davet ediyor. ”Konuşacağımız bazı şeyler var “ diyor. ”Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’yı da davet edebilir miyim?“ diye soruyor.
”Hiçbir sakıncası yok“ diye yanıt veriyor Göksel...
Bir arkadaşıyla birlikte TRT Genel Müdürlüğü’ne gidiyor; yemeğe Yönetim Kurulu üyeleri de katılıyor. Yemekli sohbet üç saat kadar sürüyor. Bunlar önceki Çarşamba günü oluyor.
Göksel’i akşam saatlerinde evindeyken üç bakan ayrı ayrı arıyor; ”Ne var ne yok“ diye hal-hatır soruyorlar.
Ve ertesi sabah Erhan Göksel kendisini koruyan daire tarafından gözaltına alınıyor.
Göksel’e bu gelişmeyi sorduk: ”Evet doğru, ancak çok gücendim“ dedi.
Şahin ve ekibi Göksel ile ne konuştu? Ala niye oradaydı? Bakanlar niye durduk yere Göksel’i arama ihtiyacı duydu? Operasyonun başlayıp, başlamadığını kontrol etmek için mi? Göksel’in bu isimlere gücenmesine neden olacak, yani temeli güven olan nasıl bir söz, bağ, ilişki olabilir aralarında? Şüphelilere en çok ”Bu kişi ile neden görüştün?“ sorusunu yönelten savcılar belki bu soruların cevaplarını almamıza da vesile olurlar..
Soru çok. Bakalım cevaplaması gerekenlerin dili çözülecek mi?
++++++
Erdoğan’ın çilesi de ‘şiir gibi’
Doğu’da Hikmetyar’ın dizinin dibinden ayrılıp Batı’da Bush’un şemsiyesi altına sığınarak, Cumhuriyeti’nin içeriğini değiştirecek bir karşıdevrimin misyonunu üstlenmek kolay iş değil...
İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in, çöküş dönemindeki Osmanlı’ya nüfuz eden Almanlara nasıl bel bağladığı şu dörtlüğünde vurgulanıyor:
“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikr ile vicdana sahip insansın;
Bilir misin ki senin şarka meyleden nazarın
Birinci defa doğan fecridir zavallıların.”
Mehmet Akif Almanları kurtarıcı olarak görüyordu... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçeği algıladı... Ve dedi ki: Acı tecrübelerle Almanya’nın İslam âlemine karşı İngiltere’den ve öteki emperyalist hükümetlerden farklı bir düşüncede olmadığını anladık..
Kimi zaman TV’nin haber programlarında Recep Tayyip Erdoğan’ı görüyorum... Kimi zaman Başbakan’ın yüzündeki ifadeye takılıyorum... Doğu’da Hikmetyar’ın dizinin dibinden ayrılıp Batı’da Bush’un şemsiyesi altına sığınarak Türkiye’de iktidar olmak, bir açıdan şans, ama, bir bakıma da çile... RTE temelde biliyor ki iktidarının yazgısı Amerika’nın iki dudağı arasındadır...
Türkiye öyle bir düşkünlüğün çukurunda çırpınıyor ki Ankara’daki iktidarın ipi dışardaki büyük patronun elinde... ’Diyaspora’ denen etnik ve dinci coğrafyanın da ortasında kaldı Anadolu... RTE bu ’unsurların’ tümünü ’memnun’ etmek, hepsine başını sallamak zorunda...
Dışardaki Ermeniler.. Rumlar.. İsrail ve Amerika’daki Yahudiler..
İçerde ’İslamcılık’ yapabilmek ve de iktidar koltuğunda oturabilmek için RTE hepsini idare etmeye çalışıyor; ama, nafile...
Bir de üstüne IMF yok mu?..
Gırtlağına dek borçlu Türkiye’de ekonomik krizi de yüklenen AKP iktidarının Başbakanı her boyutta dışarıya teslimiyetinin hazin bilincini ister istemez duyumsuyor...
RTE’nin ruh hali kimi zaman yüzüne, gözlerine yansıyor... O zaman acıyorum kendisine... 1923 Cumhuriyeti’nin içeriğini, dış destekle, ittifaklarını da sürdürerek değiştirecek bir karşıdevrimin misyonunu üstlenmek kolay iş değil...
Mehmet Akif Almanya’yı kurtarıcı sanıyordu... RTE Amerika’yı kurtarıcı olarak benimsemiş... Dilerim ki gerçeği görüp anladığı zaman iş işten geçmiş olmasın...
* İlhan Selçuk / Cumhuriyet
++++++
Yargısız infazın kısaltması: ETÖ
Ergenekon’un çete adı olduğu iddia ediliyor. Mahkeme, böyle bir örgütün varlığı hukuken saptanana kadar “iddia edilen” denmesi gerektiğini karara bağladı. TBMM’nde de resmen, böyle bir isim olmadığı ifade edilmişti. Ne yazık ki, medyamız yargılamayı yapmış, hükmünü vermiş ve hem örgütün adını ETÖ olarak koymuş, pek çok kişiyi örgütün üyesi ilan ederek mahkûm etmişti.
Önce bir belgeye dayandığı iddia edilerek “Ergenekon Lobi Örgütlenmesi” olarak lanse edildi.
Sonra “Lobi Örgütlenmesi” ifadesi, medyanın kararı ile yerini “Terör Örgütlenmesi” sıfatına bıraktı. Daha sonra “Ergenekon Terör Örgütü”denmeye başlandı. En sonunda da “ETÖ” ortaya çıktı.
Bir gazete yazsa mesele yok...Bir kanal söylese sorun olmaz... Ama tüm medya, aynı terimleri kullanmaya başlayınca geri döndürülmesi neredeyse olanaksız bir süreç başladı.
“Kırk deli kırk kuyuya kırk taş atar, bir akıllı onları asla çıkaramaz...” (Bence bir yazar, o kırk deliye katıldığı zaman değil, o taşları çıkarmaya soyunduğunda gerçek yazar olur...)
* Emre Kongar / Cumhuriyet
++++++
Yine takmadılar
..ETÖ ile Encümen-i Daniş arasında ne ilgi var? ...ETÖ davasının en önemli sanıklarından İP lideri Doğu Perinçek önceki gün “1 numara İsmail Hakkı Karadayı değil, Hüseyin Kıvrıkoğlu’dur.w deyiverdi... ...Gladyo davası ile ETÖ davası arasındaki müthiş benzerlik ilk dikkati çeken husus oluyor.
* Hüseyin Gülerce
++++++
MİNİ YORUM
Polat Alemdar sendromu
Kurtlar Vadisi’nin en şaşalı günlerinde Konsey’in ağır toplarından biriydi. Baron’un sağ koluydu. Polat, yeraltı ve yerüstü dünyalarının tek hakimi, bir nevi Hem-Man olarak Amerika’dan Irak’a dört yanda namını yürütürken, o vadinin derinliklerine gömüldü. Oysa Memati, Abdülhey, Güllü Erhan, Deli Hikmet, hatta aralarından en erken ayrılan olmasına rağmen ,adı gönüllerde yaşatılan Elif kız kadar hakkıydı tarihe geçmek. Gözünü kararttı ve başardı: Şimdi o ‘savaş suçlusu olarak yargılanmaya aday ilk Türk!’ Tebrikler Atilla Olgaç! Rolüne kendini fazla kaptıranların yakalandığı ‘Polat sendromu’ bak başımıza ne işler açtı. Şimdi ayıkla pirincin taşını. Ayıklayabilirsen...