Gayrimilli irade mühendisliği
1919’da İstanbul Hükümeti’ne karşı “bağımsızlığını kendi azim ve kararı ile kurtarma” kararı alan bu millet, bugün maruz kaldığı psikolojik savaştan da aynı metodla kurtulabilir pekala...Dünkü Zaman’da “Ermeni meselesi”nin çözümünün “tarihe nesnel ve serinkanlı bir yaklaşım sergileyenlere” bırakılması gerektiğini savunan Etyen Mahçupyan kendi adayını ilan etmiş:
Taner Akçam!
***
Okurken neden başka biri değil; mesela neden Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı yapmış, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapmış, Osmanlı Arşivi’nin otomasyonunu başlatmış -zannediyorum yaşayan tarihçiler arasında nesnel değerlendirmeler için şart olan delillere yani “belgelere” en vakıf bilim adamı- olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu değil de Taner Akçam diye sordum kendi kendime...
Öyle ya, mevzu bahis “Ermeni Tehciri ve Soykırım İddiaları” ise, “Türk Tarihinde Ermeniler”, “Ermeni Tehciri ve Gerçekler” gibi önemli akademik eserler vermiş, çalışmaları “dünya çapında” ses getirmiş, “tezleri” İsviçre gibi kimi “demokratik” Avrupa ülkelerini yerinden hoplatmış ve hakkında soruşturma açılmasına yol açmış, “gerçeği” savunmaktan caymayan böyle bir değere sahipken ne diye Amerikan üniversitelerinden ithal tarihçi getirelim ki!
Mahçupyan’a göre “Akçam bu konuda en tepeye çıkmış olanlardan biri” imiş de ondan!
Türkiye bir gün “kediye ciğer emanet etmeye” karar verirse neden olmasın, Mahçupyan’ın teklifi değerlendirilebilir tabii...
***
“Ermeni Açılımı”nın “akil adamlığı”na neden Taner Akçam’ın getirilmek istendiğinin cevabını, Akçam dün Taraf’ta yayımlanan ve Talat Paşa’yı “soykırımcı” ilan ettiği yazısıyla verdi aslında! Talat Paşa’nın telgfralarını referans gösteriyor Akçam suçlamalarına...
Prof.Dr. Halaçoğlu, tarihe işte böyle “nesnel ve serinkanlı yaklaşan(!)” Akçam ve arkadaşlarına cevabını iki cümleyle vermişti zamanında:
“Hiç Osmanlı arşivine girmemiş insanların bunu bilmesine imkan yok. Dolayısıyla yorumlamaları da mümkün değil. Gidin İstanbul’daki Osmanlı arşivine sorun, kayıtlarda bir kez bile adına rastlayamazsınız. Halil Berktay da yok, Taner Akçam da yok...”
Aynı “nesnel ve serinkanlı bakış(!)”a sahip Baskın Oran’la aralarında geçen “ibretlik” diyaloğu da şöyle anlatmıştı Halaçoğlu:
“Bir toplantıda kendisi Talat Paşa’nın telgrafını soykırım kanıtı olarak sundu, ben de çıkıp tercüme ederek okudum. “Şimdi ne anlıyorsunuz” dedim, hiç sesini çıkarmadı. “Peki bu telgrafı daha önce hiç okudunuz muydu” diye sordum. “Özetinden bakmıştım” dedi. Özetinden bakarak bir millet suçlanamaz. Osmanlı yazışma dili ayrı, Osmanlıca ayrı. Her Osmanlıca bilen bile bu dili çözemez.”
***
Bilgisayarın başına oturduğumda günün anlam ve önemine binaen “milli irade” ve “milli/ulusal egemenlik” üzerine yazacaktım.
Etyen Mahçupyan’ın Taner Akçam’ınkiyle birbirine montajlanıp, tabiri caizse “voltran” oluşturan yazısından sonra vazgeçtim...
İlk defa Amasya Genelgesi’nde ifade edilen ve bugün kutladığımız bayramın ruhunu, özünü, ana fikrini oluşturan “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesinin tek muhatabı “Sorumluluğunu yerine getiremeyerek milleti “yok” eden İstanbul Hükümeti” miydi!
Aynı zamanda genelgenin 3. maddesi de olan bu cümle bir milletin kurtuluş savaşının “denenmiş ve başarıyla sonuçlanmış” metoduysa, bugün de aynı milletin maruz kaldığı her türlü işgal, istila, saldırı, yok sayma, aptal yerine konma, kandırılma, kullanılma girişimine karşı aynı yöntemle mücadeleye girişmesi gerekmez mi!
Tarihi, olmadığı gibi aktararak teslimiyete hazır bir toplumsal bilinç yaratmaya çalışanların yaptığı da “milli irade”ye tecavüz
değil mi!
Eee bu denli yoğun bir psikolojik savaşla karşı karşıya olduğunuz halde daha ne bekliyorsunuz, hadi...
Öyle armut piş ağzıma düş olmaz...
Milleti maruz kaldığı siyasi, ticari, fikri kuşatmadan yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır!
Demem o ki, Talat Paşa soykırımcı mıydı, değil miydi merak edenler az biraz zahmete girip “hatırları”na göz gezdirsinler; bırakın “soykırım”ı, “tehcir” kararı dahi alınmadan önce Ermeni toplumunun ileri gelenleriyle yaptığı görüşmeleri incelesinler ve hükmü kendileri versinler!
Algılarının yönetimini;
İnsanların cep telefonu kullanmamalarını “dinlenmekten korktuklarına ve gizleyecek birşeyleri olduğuna” yoran, haklarındaki suç iddialarını delillendirememelerini “zanlıların çok zeki olmasıyla” açıklayan zihniyetin farklı bir yansıması olarak, Talat Paşa’yı “talimatlarında soykırım emrini gizleyerek soykırım emri verecek kadar tedbirli(!) olmakla” suçlayanlara emanet eden de, bilgiyi çarptıran, kirleten kadar suçludur bence...
Aydın Doğan, Tayyip’in elini öpmüş oldu!
Tersini de söyleyebilir; “Tayyip Erdoğan Aydın Doğan’a sonunda elini öptürdü” diyebilirsiniz.
Yanlış sayılmaz.
Sahneyi izledik.
Bir öpen var.
Bir öptüren.
Aydın Doğan ile Tayyip Erdoğan, bir süre önce TV ekranlarından 73 milyon insanın gözleriyle görüp kulaklarıyla işittiği gibi birbirlerine çok keskin hitaplarda bulunmuşlardı. Biri öbürüne “Al Capone” demiş, diğeri ötekine “Yalancı” damgasını vurmuştu. Başbakan Erdoğan, bir ABD gazetesine verdiği demeçte Aydın Doğan’ı ünlü mafya lideri “Al Capone” benzetmiş, Aydın Doğan da “kendisinden Hilton’a izin istemeye değil rafineri kurma arzumu söylemeye gittim...” demişti.
***
Sonrasını biliyorsunuz.
Aydın Doğan can derdine düşmüştü. Yani düşürülmüşü. Yanında Türkiye’nin en iyilerinden 10 tane vergi uzmanı çalıştırıyor olmasına rağmen holdinginde şirketler arası hisse devri yaparken “vergi usul hatası” yaptığı kararı çıkarılmış “4 milyar dolar” gibi korkunç bir vergi cezasıyla kapısı çalınmıştı.
Devlet karar vermişti.
Doğan’ın canı isteniyordu.
Devleti ele geçirmiş Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’a; “Ya bendensin...Ya bana karşısın...” modeli uyguluyordu. Amaç Aydın Doğan’a diz çöktürmek, el öptürmekti. Nitekim mahkemede “vergi kaçırma olmadığı” yolunda karar verdi ama Aydın Doğan, yine de Vehbi Koç’un; “İşadamının aptalı devletle kavga eder...” öğüdüne uymayı seçti.
Gazetelerin ikisini sattı.
Bir TV’sini elden çıkardı.
Kalan gazetesinde muhalefet yapan 2 etkili kalemi de temizledi. Önceki gün İstanbul’un göğüne bulut gibi dans ederek ince uzun yükselen 400 milyon dolar harcanarak yapılmış “Trump Towers” açılışında Aydın Doğan Başbakan’a “aile boyu arzu hürmetlerini” arz eden kusursuzluk içindeydi.
Kızları, damaları, torunları.
Eksiksiz ordaydılar.
Aile boyu diz çöküş oldu!
***
Aydın Doğan Başbakanı övdü.
Başbakan Aydın Doğan’ı kutladı.
Bu sahne, Türkiye’de gerçekten “güç kaymasının tamamlandığını” gösteriyordu. Güç yer değiştirmişti.
Başka bir ifadeyle yazayım.
Karşı devrim tamamlandı.
İşadamları, gücü karşılarını almıyorlar, alamıyorlar. Güce karşı durmuyorlar. Gücü arkalarına alıyorlar, sınıfsal egemenliklerini devam ettirip; yeni kuleler dikmek üzere geleceği kucaklıyorlar. Bu sahneyi tarih, “Aydın Doğan, Tayyip’in elini öpmüş oldu” diye yazacaktır.
Necati Doğru / Sözcü
Makbul muhalifler şimdi neredeler...
Şöhretlerini arttırırken devlet katında makbul bir ’muhalif’girişim olmayı başardılar.
Mesela Converse ayakkabılarıyla Çankaya resepsiyonuna katıldılar. Kemalist-ulusalcı sistemin dönüşümü sırasında anti-militer söylemleriyle muhalefet yaparken iktidarla muhalif konuma düşmediler. Hatta geçen yılki seçimlerde bir üyelerini iktidar partisinden Meclis’e gönderdiler.
Fakat ülkenin politik atmosferi değişirken kendi söylemlerini değiştirmediler. Tekel işçileri eylemi gibi ekonomik altyapısı olan sorunlarda sessiz kaldılar. Ergenekon sürecinin gazeteci tutuklamalarına dönüşmesine de ses çıkarmadılar.
Bir süredir ortada yoklar. Belki müesses nizamın yıkıldığına dair bir fikre ulaşıp huzura kavuştular. Belki hâlâ yenik düşmüş düzene karşı muhalefet yapmaya devam ettiklerini fark edip “Sussak daha iyi olur” dediler. Belki de sivil muhalefetten vazgeçip rahata erdiler.
Yasemin Berrak Tuna’nın makalesinde konuştuğu üyelerinden biri şöyle diyor: İnternet üzerinden gruba ait olma gevşeklik yaratıyor. O gevşeklik rahatlatan da bir şey, üzerimizde koskoca bir kurum yükü yok ama bir taraftan da bu bir sorun, ufuksuzluk yaratıyor.
Peki, bu ufuksuzluk ya da rahatlık bize ne anlatıyor? Sanırım sadece postalın yerine konulan Converse ile sivil olunamayacağını anlatıyor.
Gökçe Aytulu / Radikal
Reklam avanakları
Televizyon izleyicisi değil de memelerine hortum takılı sağmal inekleriz sanki... İzlediğimiz dizinin, filmin ya da programın sonu yaklaşırken reklama çıkıyorlar. 8-10 dakikalık reklam kuşağı bitsin diye saniyeleri sayıyoruz. Sonra dizi, film ya da programın az önce izlediğimiz bölümünü yeniden yayınlayıp bitiriyorlar. Deste sayan reklamcının, avucunu ovuşturan kanalcının gevrek kahkahası çınlıyor kulaklarımızda: “Nıhhahaahaaa! Nasıl da beklediniz ama? Son reklam avanakları siziiii!” Yüksel Aytuğ / Sabah
Başlarım zamanın ruhuna
Her daim güçlüden yana olan, hatta güce tapan, kim güçlü ise anında onun borusunu öttüren adama, bir yanda salt köşe yazısı yazdığı için “aydın” denirken, öte yanda “tamam 28 Şubat’ta askerleri alkışladı, Erdoğangillere sövdü, şimdi de tersini yapıyor ama zamanın ruhu var” dendiğinde ben çok kızıyorum.
Aklım ile alay ediliyormuş, hatta ecdadıma sövülüyormuş gibi geliyor!
Zira, aydın eğer gerçekten aydın ise asli görevi insanları peşi sıra sürükleyen “zamanın ruhu” na karşı çıkmaktır.
Kusura bakmasın ama Nazlı Ilıcak hem 12 Mart’a, hem 12 Eylül’e yalakalık yapmasının nedenini açıklarken “zamanın ruhu böyleydi, gazetem kapanmasın diye yaptım” diyemez.
Diyemez; değil zamanın, Kenan Evren’in ruhu bile ondan Deniz Gezmiş’lerin idamı için “...İdamlar meşru müdafaanın bir neticesidir” diye yazmasını beklememiştir.
Nazlı Ilıcakgiller “zamanın ruhu”nun ardına sığınamazlar, zira madem “zamanın ruhu” gazetelerini riske sokuyordu, onlar da yazmaktan imtina edeblirlerdi. Ferai Tınç, Haluk Şahin, Latif Demirci gibi mesleklerinin doruğunda iken “başlarım zamanın ruhuna” deyip kalemlerini kırabilirlerdi...
Cüneyt Ülsever / Yurt
Irak Başbakanı Maliki’den serzeniş:
“Erdoğan içişlerimize karışıyor, Türkiye’yi düşman devlet haline getiriyor.”
Bizim için ABD dostluğunun komşu düşmanlığından daha önemli olduğunu hâlâ öğrenememiş anlaşılan...
Haldun Ertem / Milliyet (Açık Pencere)