Fonda Altın Koza, perdede sabun köpüğü!..
ADANA- Türk sinemasının altın çağı hiç kuşkusuz 1950 ile 1970 yılları arasındaki döneme rastlar...
Yılda bazen 200 ile 300 arasında film çekilen o dönemler televizyonun etkisinin henüz yaygınlaşmadığı yıllardı...
1980'e doğru gidilirken sinemada tükenişi, kıskacı ve yozlaşmayı da başlatan seks furyası sadece sektörü değil, sinema emekçilerini de vururken, üretim yoğunluğu ve ortaya çıkan oyuncular açısından "altın çağ" diye bilinen o dönemde ciddi sarsıntılar geçirdi...
Oysa Türk Sineması 1960'ların başından itibaren öylesine etkili olmaya başlamıştı ki, sektördeki firmalar, yönetmenler ve oyuncular arasındaki rekabet hem "yedinci sanat"ı Anadolu'ya sevdirmiş, hem de toplumun sosyalleşmesi ve aydınlanmasına büyük katkılar sağlamıştı...
Bu katkıların daha güçlü hissedilmesi için hiç kuşkusuz film festivalleri de büyük olanaklar yaratmış, sektörün hem desteklenmesi, hem de canlanmasında öncü rol üstlenmişti...
Başta Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal olmak üzere, bazı irili ufaklı festivaller de sinema sektörünün ayakta durması için önayak olmaya çalışsa da, aradan geçen 60 yıl, iletişim çağında dijitalleşen dünyanın etkileriyle sinemada ciddi bir değişimi de dayattı...
İşte bu değişim sadece ortaya çıkan oyuncular ve üretilen filmler açısından değil, sinema sanatının hangi amaçla, nasıl ve ne tür yöntemlerle yansıtılacağı konusundaki farklı tartışmalara da yol açtı...
Ve bu tartışmalar Yeşilçam ile yeni sinemacılar olarak bilinen (birbirinden kopuk ve belki de habersiz) dönemler arasında hem konu, hem anlatım, hem bakış açısı, hem senaryo, hem de üretim yöntemleri açısından da ortaya çıkan bir uçurumu büyütmeye devam ediyor..
Sektör "Kuyu"da, seyirci "Ağıt"ta!!!
Adana Altın Koza Film Festivali bir sinema kulübünün girişimiyle başlasa da, sektörü festivallere zorlayan asıl gerekçe hem film dağıtım bölgesi, hem de üretenler bakımından etkili bir coğrafya olmasından kaynaklanıyor...
Çünkü yazarı-çizeri, şarkıcısı-türkücüsü, romancısı-öykücüsü, tiyatro ile sinema oyuncuları ve sinema salonlarıyla bir derya olan Adana, Altın Koza'yı var eden asıl üretim ortamıydı...
Zaman zaman kesintiye uğramış olsa da, Altın Koza son yıllarda aralıksız devam ettiriliyor...
Peki; bir zamanlar bereketli toprakların geçim kaynağı olan pamuğun kozasını simge olarak seçen festival, sektörün ayakta durması için büyük bütçelerle çabasını sürdürse de, Yeşilçam'dan yeni sinemacılığa evrilen yozlaşmış süreçte sinemacılar beklentileri hak ettiği ölçüde karşılayabiliyor mu?..
Birinci Altın Koza Film Şenliği 15-22 Mayıs 1969 tarihleri arasında gerçekleştirilmişti...
Romancı ve senaryo yazarı Kemal Tahir’in başkanlığında toplanan ilk Altın Koza’yı Metin Erksan, "Kuyu" filmi ile En İyi Yönetmen ve En İyi Film dallarında kazanırken, Fatma Girik, "Ezo Gelin" ile En İyi Kadın Oyuncu, Yılmaz Güney ise "Seyyit Han" ile En İyi Erkek Oyuncu ödüllerine sahip olan ilk Altın Kozalı sanatçılar olmuştu...
Sağlam senaryoları, çarpıcı oyunculukları ve dikkat çeken kurgularıyla toplumsal sinemanın ürünlerini destekleyen Altın Koza Film Şenliği‘nin 1970'deki ikincisinde "Boş Beşik" gibi önemli bir yapıt Fatma Girik'e "En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazandırırken, Türk sinemasının en önemli yapıtlarından olan "Umut" adlı film de Yılmaz Güney'e birincilik ödülü getirmişti...
Yılmaz Güney'e, 3. Altın Koza Film Şenliği’nde birinciliği kazandıran "Ağıt" da Türk sinemasına toplumsal gerçekçilik ve Anadolu insanının sosyo ekonomik çarpıklıklar içindeki mücadelesine en keskin ve en çarpıcı biçimde ayna tuttuğu için sektörün başyapıtlarındandı...
Aynı yıl yine Fatma Girik'e En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran "Acı" filmi de Türk sinemasının hafızasında yer etmişti...
Festival var da, iyi film nerede?..
Peki; Türk sineması hem Anadolu'da, hem yurt dışında toplumsal sanatın çarpıcı örnekleriyle, "Kuyu"dan "Ezo Gelin"e "Seyyithan"dan "Ağıt"a ve "Hudutların Kanunu"ndan "Susuz Yaz"a doğru sürekli zirveye tırmanmışken, dijitalleşen dünyanın esaretinde, "sanat filmi" adı altında biribirini tekrarlayan, kimi zaman absürt, kimi zaman anlaşılmaz, kimi zaman da hikâyenin sonunu seyirciye bırakma alışkanlığının yol açtığı kolaycılığa savrularak nereye gidiyor?..
En önemlisi de; herkesin birbirini taklit ederken, Nuri Bilge Ceylan olma yolunda topallaması, ağır aksak tempolar ve seyirciyi adeta fotoğraf albümlerine uzun uzadıya sıkıştıran donukluğa sığınarak daha ne kadar körelecek ve konu sıkıntısının cenderesinde ne kadar sıkışacak?..
Tıpkı daha önce birçok festivalde olduğu gibi, Altın Koza'da da, son yıllarda sinemanın o sıcak, insanı saran ve zihninde belirgin izler bırakan vurgularından eser kalmadığı neden anlaşılmıyor ki?..
İşte Altın Koza’nın ilk iki gününde "Yüzleşme"den "Öte"ye, "Bir Gün 365 Saat"ten "Cam Perde"ye ve hatta "Sanki Her Şey Biraz Felaket" adlı filme kadar, kimileri belgesel vurgusundan kurtulamayan yapıtlar, Yeşilçam'ın kısır dönemini bile aratırken, sözde "yeni sinemacılık" anlayışının ruhsuzluğunun moda haline gelmesinin kurbanı olmaktan kurtulamamışlar?..
Evet; emek verilse de, kimi genç oyuncular dikkat çekse de, bırakın seyirciyi düşündürmeyi, en etkili sahnesi ile bile sarsamayan, (heyhat!.. kimileri alkış bile alamayan) sıradanlaşmış, (ne yazık ki bazen sabun köpüğünü de andıran) yapıtlar şu asıl soruyu neden zorluyorlar acaba?..
Altın Koza gibi festivaller, ödüller dağıtarak hem sektörü ayakta tutmak, hem de toplumun sinemaya ilgisini artırmak için çabalarken, belgeselle sinemanın evrensel anlatımını birbirine karıştıran, birbirini taklit etmekten kurtulamayan filmler "asıl sinema"yı yaşatabilir mi?..
Altın Koza'yı yaşatan Adana Büyükşehir Belediyesi'nden festivalin yürütme kurulu üyeleri ile tüm emekçilerinin çabalarını ve de seyircinin ilgisini hak edecek filmlerin bir an önce üretilmesi beklentisiyle, yine de "yaşasın sinema..."