"Fiyasko" Katılım Ortaklığı
Dünkü yazısında Oslo müzakerelerinin “kesin bir fiyaskoyla” sonuçlandığını savunan Nazlı Ilıcak, AKP hükümetinin yolladığı temsilcilerle PKK elebaşları arasındaki görüşme kayıtlarının sızdırılmasından hemen sonra, 17 Eylül 2011 günü yazdığı yazıda “Bu görüşme AKP’yi yıpratmaz” deyip “durmak yok yola devam” tezahüratında bulunuyordu:
“MİT-PKK görüşmesinin kaydı internete düştü. Görüşmeye, Hakan Fidan, Müsteşar Yardımcısı sıfatıyla katılıyor. Bu yüzden, temasların Fidan’ın bu göreve atandığı 17 Nisan 2010’dan sonra cereyan ettiği söylenebilir. Türk kamuoyu, uzunca bir süredir, PKK ile görüşüldüğünün farkındaydı. Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan bile “Devlet benim bilgim dahilinde bu temasları yürütüyor” şeklinde konuşmuştu. Terörle mücadele eden, İspanya ya da İngiltere gibi başka ülkelerde de, bu şekilde davranıldığını biliyoruz. Dolayısıyla, AK Parti hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın böyle bir inisiyatifi almış olması kınanacak değil, takdir edilecek bir tutumdur.
(...)
Özellikle, terörün tırmandığı, şehit cenazelerinin geldiği ve sınır ötesi kara harekâtından söz edildiği bir ortamda, bu ses kaydının internete düşmesi, belli ki, AK Parti’yi ve Erdoğan’ı yıpratmayı amaçlıyor.
(...)
Mamafih, yazımın başında da söylediğim gibi, hükümet açısından önemli bir sorun yok... Habur açılımının bir uzlaşma neticesinde ortaya çıktığı da, herkes tarafından biliniyordu.
Telâşa gerek yok.”
***
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrıldığı günden bu yana Tayyip Erdoğan’ın takındığı “koruyucu” tavra da en sert tepki gösteren isimler arasında Ilıcak.
Velakin aynı Ilıcak’ın, PKK ile Oslo’da yapılan müzakerelerin deşifre olmasının ardından, Hakan Fidan’ın -bugünden hiç de farklı olmayan şekilde- Başbakan tarafından korumaya alınmasını yorumlayışı çok farklıydı:
“Erdoğan’ın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a sahip çıkması olumlu bir tavır.”
Silivri’den bildiren muhabir arkadaşlar; “Aziz Yıldırım başkanlığındaki örgütle ilgili iddialar” değil; “Aziz Yıldırım başkanlığında kurulduğu iddia edilen/iddia olunan örgütle ilgili iddialar”...
28 Şubat’ta sen de o yatağa girmedin mi
“Darbecilerle yatak arkadaşlığı” yapan gazetecilerden mutlaka hesap sorulmalıymış. Öyle diyor dün Ergun Babahan:
“Türkiye’de yaşı 50 ve üzerinde olan bizim kuşak, darbenin, ölüm tehdidi altında gazetecilik yapmanın ne demek olduğunu gayet iyi bilir.
O yüzden, darbecilerle yatak arkadaşlığı yapanların yargı önünde hesap vermesinin demokrasi ve hukuk devleti açısından önemli bir adım olduğuna inanır.”
İyi de Ergun Babahan iki ayda ne değişti?
10 Aralık 2011 günü yayımlanan yazında “Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in, Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın karanlık suikastlere kurban gittiği, Susurluk’ta otomobil bagajlarından suikast silahları çıktığı, faili meçhul cinayetlerin günlük olay haline geldiği bir ülkede hiçbir şansı yoktu. Gazete yöneticileri çıkarları kadar, kendi can güvenlikleri için de askerle işbirliği yapmak zorundaydı... Bugün, Ergenekon, Balyoz davalarının asli faili konumunda olanları bir kenara bırakıp 28 Şubat’ı yargı önüne getirme çabalarının yanlış olduğunu düşünüyorum. 28 Şubat’ın asli faillerine hesap sorulmadan gazetecileri hedef yapmak yanlıştır” diye ağlayan sen değil miydin!
Aradan geçen iki ayda 28 Şubat “darbe” niteliğini mi yitirdi, yoksa birileri sana sepete dahil edilmeyeceğinin garantisini mi verdi?
İhsan Dağı aşağıdaki satırları yazarken daha inandırıcı olsun diye diz de çökmüş müdür acaba:
“AK Parti 2002’den bu yana devlette ve siyasette hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Yani kimse böyle bir iktidarla kavga istemez. Üstelik muhaliflerin iddialarına göre de ’cemaat devleti ele geçirmiş’ durumda. Eee, öyleyse AK Parti’yle kavga çıkarmak mı mantıklı, yoksa iyi geçinmek mi? Benim nihai olarak diyeceğim şudur; on yıldır verilen mücadeleyi ’iktidar kavgası’na indirgeyenlere yuh olsun. Demokrasi, hukuk ve özgürlük mücadelesinden dönenlerin de kaşığı kırılsın...”
Küçük resme bakalım
TÜRKİYE’nin liberal aydınları 3 yıldır bize şu cümleyi empoze ettiler.
“Büyük resme bak...”
Bu lafın anlamı şuydu:
Aslolan Türkiye’nin demokratikleşmesi, askerin kışlasına sokulması, darbe girişimlerinin cezalandırılması vs...
Geriye kalan her şey “küçük resim”di.
Yani neler küçük resimdi?
- Bir insana darbeci suçlaması yapılmışsa; onun evi aranabilir, bilgisayarlarına el konulabilir, apar topar götürülebilirdi.
- Bir insana darbeci suçlaması yapılmışsa; onun telefonları kanunlu kanunsuz dinlenebilir, basına servis yapılabilir; atfedilen suçla ilgisi bulunmayan özel konuşmaları dosyalarına konabilir, oraya buraya sızdırılabilir, hayatları karartılabilirdi.
- Bir insana darbeci veya terör örgütü üyeliği suçlaması yapılmışsa; Mahkeme sonuçlanmadan ona suçlu muamelesi yapılabilir, damgalanabilirdi.
- Ortada bir darbe soruşturması varsa; gerisi masaldı. O çeteyi ortaya çıkarmak için her tür kanunsuzluk, keyfi uygulama yapılabilirdi.
- Bir insana darbeci suçlaması yapılmışsa; elde kuvvetli deliller olmasa bile, 3-4 yıl içerde yatırılabilirdi.
- Bir polis veya savcı, darbeyle ilgili soruşturma yapıyorsa; bu ulvi misyon nedeniyle onun eline her tür orantısız güç, yetki verilebilirdi. Yaptıklarının hiçbirinin hesabının sorulmayacağı güvencesi verilebilirdi.
Evet o “küçük resim” işte böyle feci bir resimdi.
***
Ben artık “büyük resme” bakmak istemiyorum. Çünkü “Büyük resme bak” cümlesi bana artık “Cambaza bak” nakaratı gibi mide bulandırıcı geliyor. O nedenle içimden gelen en yüksek sesle haykırmak istiyorum. Bu ülkenin demokratları artık “büyük resme” değil, tam aksine “küçük resimlere” bakmaya başlamalıdır. Çünkü o küçük resimlerde, çerçevelerinden, kadrajlarından dışarı taşan muazzam hukuk ve insan hakları ihlalleri görülüyor. O küçük resimlerdeki dramları önleyemeyen bir sistem, istediği kadar büyük tablolar çizsin. Hepsi fake’dir...
Hepsi taklittir... Hepsi sahtedir...
Ertuğrul Özkök / Hürriyet
Yine “yetmez ama evet”
Her fırsatta Türkiye’de demokrasinin vesayet altında olduğundan yakınan Cengiz Çandar’dan statükoculukla suçladığı Başbakan’a ilginç destek: Siyasetin yargıya müdahalesi “zorunlu”dur, yapılmalıdır.
Polis-yargı ekseni üzerinden, tartışmalı bir yasa hükmü yorumunca devletin gizli istihbarat örgütünün yöneticileri ve onların şahsında Başbakan’ın “siyasi tercihleri”ne karşı bir “operasyon” başlatılıyor. Bu operasyonun hukuki dayanağı, yürürlükteki yasaların bazı hükümlerinin “özel yetkili savcılar”ca yapılan yorumu. Olup-biten bu değil miydi?
Şimdi yapılan bu dayanağı ortadan kaldırmak.
Görüntüde Başbakan’a aşırı bir iktidar tekeli kazandıracak bir yönü var yapılanın. Eğer, bugün gündemde olan “zorunlu ve zoraki düzenleme”yi, ciddi ve kapsamlı bir hukuk ve idari düzenleme izlemezse, ilerde ciddi sorunlar doğabilir. Ama, bugün itibarıyla bu zorunlu adıma karşı çıkmak, Hakan Fidan, Emre Taner, Afet Güneş ve diğer iki MİT yetkilisinin Beşiktaş Adliyesi’nde “hesap vermesini” savunmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu da Başbakan’ın “siyasi tercihi”nden ötürü, “sanık sandalyesi”ne oturtulmasının yoluna açmak demektir.
Dolayısıyla, MİT ve CMK yasalarında yapılması tasarlanan düzenlemeyi geçen haftaki dramatik gelişmelerden bağımsız bir şekilde bir “vakum” içinde ele alamayız.
Bu “dramatik” gelişmelerin başında, kuşkusuz, Cumartesi günü İstanbul Emniyeti’nde gerçekleştirilen temizlik ve soruşturmayı başlatan özel yetkili savcının bu görevden alınması geliyor.
Siyasi iktidar, hukuk şemsiyesi altında bir görüntüye bürünerek düpedüz siyaset yapan, siyasete müdahale eden ve “iktidar mücadelesi” yürüten “polis-yargı ekseni”ni dağıtmaya başladı.
TBMM’ye sevkedilen değişiklik, “yetmez ama evet” konumundadır.
USLU VE BARANSU’YA
“PARMAK İZİ” GÖNDERMESİ
Gazetelerin birinci sayfalarında, köşelerde ve sosyal medya ortamında “Cemaat” olarak bilinen isimler, MİT’e MİT üzerinden Başbakan’a ve yapılmak istenen yasal düzenlemelere karşı tavır almış durumdalar ve dağıtılmakta olan “polis-yargı ekseni”ni hararetle destekliyorlar.
Bu gelişmelerde “Cemaat”in yeri yoksa, niçin bu kadar “net” tavır alıyorlar; saflarının nerede olduğuna dair niçin “parmak izi” bırakıyorlar acaba?
Takınılan tavrın “Cemaat” imajını bozduğunu fark etmiyorlar mı? Üzerinde en hassas oldukları Ergenekon konusunun, “polis-yargı ekseni”nde uzun süredir yapılan yanlışlardan ötürü, inandırıcılığını ve geçerliliğini kaybetmekte olduğu tehlikesinin farkında değiller mi?
Son gelişmelerin tek başına “Ak Parti-Cemaat çekişmesi” olarak nitelenmesinin “büyük fotoğraf”ı görmekte yanıltıcı olabileceğini, bir kaç halkanın iç içe geçtiğini ve üst üste geldiğini daha önce belirttik ama adeta bu bakış açımızı yalanlamak istercesine ortaya konulan bu “çaba” neyin nesi?
“Konunun özü Oslo görüşmesi değildir” savı ile yola çıkılıyor ve “KCK operasyonlarında ele geçen bilgiler, belgeler, MİT’i zan altında bırakıyor. Bu durum soruşturma dosyalarına girdiyse, hiçbir işlem yapılmayacak mı?” sorusuyla “masum” bir akıl yürütmesine gidiliyor.
Eğer, konunun özü Oslo görüşmesi değilse, özel yetkili savcı, niçin Hakan Fidan’la birlikte, Emre Taner ve Afet Güneş’i hedef alıyor? Niçin, “yakalama kararı” çıkartıyor?
Niçin, Hakan Fidan’ın “bilgisine başvurmak” yolunu tercih edeceğine, “şüpheli” sıfatıyla soruşturma başlatılıyor? Niçin, bu kadar önemli bir adımdan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın haberi olmuyor?
Kısacası, “mızrak çuvala sığmıyor”.
Cengiz Çandar / Radikal
Bu ne yaman çelişki! AKP yetkilileri, Atatürk’ü Koruma Yasası’nın gereksizliğini savunuyorlar.
Ama MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı korumak için özel yasa çıkarıyorlar!
Attila Aşut / Milliyet
Savaşın eşiğinde
ABD, Suriye ile savaşmaya karar verdiğinde cepheye en önde Türkiye’nin sürüleceğini dış kaynaklar koro halinde ifade ediyor... Savaşın eşiğindeyiz... Tam bu sırada iç savaş patladı.. Yargı ve Emniyet ile Hükümet ve MİT arasında savaş yaşanıyor. (...) Suriye’ye karşı savaş halinde İran ve Rusya ile de karşı karşıya geleceğiz. Her iki ülke bırakın füze fırlatmayı.. Doğalgaz vanalarını birkaç gün kapatsa Türkiye birbirine girer.
Ülkeyi yönetenler bu kadarını bile düşünecek durumda değiller anlaşılan... Ekonomi bıçak sırtında... Cari açık zirvede...
Ülkeyi yönetenler 74 milyonun başı üzerinden kumar oynuyor...
Bir ülkenin geleceği bu kadar mı kolay tehlikeye atılır?
Melih Aşık / Milliyet
Hangi deve kazanacak!
Bu kavga kaçınılmazdı aslında...
Çok bilinen bir siyaset yasasıdır; iktidarları ele geçiren ittifaklar, er geç birbirleri ile hesaplaşırlar...
O günlere geldik demek ki...
Başladı...
Muhalefet ne yapıyor derseniz...
Arada kaldı...
İmamdan yana mı olmalı?..
Hocadan yana mı olmalı?..
Onun için zaten Kemal Kılıçdaroğlu deve güreşlerine gitti...
Bakıyor...
Hangi deve kazanacak?..
Bekir Coşkun / Cumhuriyet
Yiyin efendiler yiyin...
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, bakanlığının yaptığı çalışmaları anlatmak için TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun üyelerine kahvaltı veriyor.
Ama... Meclis lokantasında değil; iktidara yakın bir iş adamına ait lüks otelde!
Yirmi kişinin katıldığı kahvaltı için otele 19 bin 470 lira ödeniyor...
Yani; adam başına bin lira!
Üstelik bu tür “davetler” o kadar sıradanlaştı ki; son altı yılda, “temsil, tanıtma ve ağırlama gideri” başlığı altında devletin kasasından 594 milyon 190 bin lira harcandı.
***
Millet 1 lira için döner bıçağıyla adam öldürmeye kalkışıyor...
Devlet, 500 liralık araç bakım parası vermediği için beş tutuklu cayır cayır yanıyor...
Vekil bin liraya kahvaltı ediyor!
Yazının nasıl biteceğini tahmin ettiniz değil mi? “Yiyin efendiler yiyin...”
Mustafa Mutlu / Vatan