Evet ama yetmez!
Agos’un Genel Yayın Yönetmeni, Hrant Dink’in damadı Rober Koptaş yazdı:
“Türkler soykırımcıdır” önermesinin asıl kendisi ırkçıdır!
Milliyet gazetesi dün Rober Koptaş imzalı bir yazı yayınladı. Rober Koptaş, Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni. Aynı zamanda, gazetenin eski genel yayın yönetmeni olan ve “gün ortasında karanlık bir kurşun”la öldürülen Hrant Dink’in damadı; nebbaş takımından değil; o acıyı “gerçek” haliyle yaşayanlardan biri.
“1915 geçmişin değil geleceğin meselesi” başlıklı yazısının girişinden ilhamla attık yukarıdaki başlığı.
İşte Koptaş’ın “evet” dediğimiz o satırları:
“Evet, ’Türkler soykırımcıdır’ önermesinin asıl kendisi ırkçıdır. Çünkü soykırımları halklar, milletler değil, zihniyetler ve zihniyetlerin yönlendirdiği kişiler yapar.
Evet, Batılı büyük güçlerin 1915’le ilgili tavrı riyakâr ve çıkar odaklıdır.
Evet, Türklerle Ermeniler arasındaki çatışma, onlar için koz olduğu ve kullanabildiği oranda anlamlıdır.
Evet, Fransa’nın, Almanya’nın, ABD’nin, soykırımla ilgili tutumu insancıl ilkelerden çok faydacı bir siyasete dayanıyor.
Evet, Türkiye’nin bu konudaki eleştirilerinde büyük bir haklılık payı var.”
***
“Evet”, çünkü Koptaş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Ermeni olarak, üstelik sıradan değil adıyla, mesleğiyle, ailevi bağlarıyla “sembol” bir Ermeni olarak, yukarıda ortaya koyduğu bakış açısıyla, Türkiye Ermenilerinin hapsedilmek istendiği dar, derin, karanlık alanın duvarlarını yıkıyor; veya en azından birkaç balyoz darbesi indiriyor, sarsıyor.
***
Ha yazınının bütünün altına imza atar mısın derseniz; atmam. Koptaş, evet bir Ermeni olarak “Ermeni tezi”ni savunuyor; ama bunu -hadi dün Taksim’de yürüyenlerin jargonuyla söyleyelim- bir “nefret söylemi” geliştirmeden yapıyor. Kimseyi kışkırtmaya, kimsenin yarasını kaşımaya çalışmıyor; bence hepsinden önemlisi şu ki, bu toprağa, bu ülkeye aidiyetin yüklediği sorumluluğu umursayarak tavır alıyor.
Türkiye Ermenileri ile Türklerinin arasında “derin” bir uçurum açılsın diye ellerini ovuşturanların heveslerini kursaklarında bıraktığı, Türkiye’nin sorunlarının Türkiye’de ve dış etkenlerden bağımsız olarak çözülmesini savunduğu için bu yazıyı tarihe not düşmeli:
“Sorun, başkalarının ne yaptığından bağımsız olarak, Türkiye’nin 1915 konusunda Batı’daki riyakâr tavrı bir anda önemsizleştirecek olan doğru ahlaki ve siyasi tutumu geliştirmemiş olmasında...
(...)
1915, sanıldığı gibi geçmiş değil, bir gelecek meselesidir. 1915 sadece Ermenilerin değil, aynı zamanda Türklerin, Kürtlerin, Müslümanların meselesidir.
O zaman, görmek gerekir ki, doğru tavra ilişkin sorumluluk, her şeyden önce, farklı siyasi görüşlere mensup, farklı etnik köklere veya dini inanışlara sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına düşmektedir.
Bugün Ermenilerin acılarından söz edildiğinde pek çok okur, ‘ama Türkler de çok acılar çekti’ diye düşünecektir, eminim.
Haklılar, haklısınız. Ama Türklerin, bütün güçlüklere ve karanlık dönemlere karşın, kendi ülkelerinde egemen bir ulus olarak yaşamaya devam ettiklerini, Ermenilerin ise binlerce yıldır var oldukları topraklardan silindiklerini, adeta yersiz yurtsuzluğa mahkum edildiğini anımsamak gerekiyor.
Ardından hemen, ‘Ama Ermeniler Ruslarla işbirliği yaptı, ayaklandılar’ diyeceksiniz pek çoğunuz.
Evet, bazı Ermeniler böyle bir siyaset güttüler. Ama koca bir halkı gözünüzün önüne getirdiğinizde, kırlarda tarımla, kentlerde esnaflık ve zanaatkarlıkla uğraşan yüzbinlerce Ermeni’nin durumunu anımsadığınızda, yaşadığınız kentin gerçek yerel tarihine baktığınızda, bütün bir halkın işbirlikçi olamayacağını kolayca anlayabilirsiniz.
(...)
Bugün 24 Nisan... Biz Ermeniler için 24 Nisan, 1915’te hayatını kaybedenleri anma ve yas günüdür.
(...)
1915 konusunda, bugün Batılıların veya Ermenilerin ne yaptığından daha önemli olan, Türküyle, Kürdüyle, Müslümanı ve Alevisiyle, Türkiye toplumunun ne yaptığı veya ne yapmadığıdır. Bu sınav bugüne dek pek de iyi geçmedi. Eğer Türkiye insan haklarına saygılı, demokratik, kendine güvenen bir ülke olacaksa, bu sınavı vermek şart.”
Minik bir rica...
16 yaşında bir Ermeni kızın, 1969 yılında İstanbul’daki Avusturya Lisesi’nde okurken “Bu tarih kitabında, Emin Oktay’ın kitabında bizler yokuz, Ermeniler yok. Bizler hayalet miyiz yoksa?.. Bizi yok sayan bir dersten sınava girmeyi reddediyorum” diyerek derse girmeyi reddetmesini “yok sayılma”ya örnek gösteren Hasan Cemal’den rica ediyorum; sırf ders kitaplarına değil büyük bir titizlikle yeniden dizayn edilen “devlet sitemi” ne bir baksın bakalım “bizler var mıyız”; yoksak, bizim adımıza da soruversin köşesinden:
“Türkler, Türk Milliyetçileri bu ülkede hayalet mi yoksa?”
Nasreddin Hoca’nın kazanı sanki
Mehmet Ali Birand, Ermeni iddialarını çürütmek konusunda “İnandırıcı olacak belge veya kanıt bulamadığınız için mi sadece Türk arşivleriyle yetindiniz?” diye soruyor...
Çarptırıyor, milleti ahmak yerine koyuyor filan demek yerine iyimser davranıp, “insan bilgi sahibi olmadan fikir beyanına kalkışınca böyle oluyor” demekle yetiniyorum.
Zahmet edip tarihçilerimizin bu konuda verdikleri eserlere göz atarsa, tek dayanaklarının Osmanlı arşivi olmadığını, çoğunun “kaynakça”sında, o dönemde Türk topraklarında “işgalci” olan Rusların arşiv belgelerinin bulunduğunu görecektir Birand.
Bununla da tatmin olmazsa, İngilizlerin harıl harıl “soykırım belgesi” aradığı dönemde İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Sir A.Geddes’in ülkesine gönderdiği şu mesajı hatırlatalım kendisine:
“Ermeni kırımından dolayı yargılanmak üzere Malta’da tutuklu Türklerle ilgili olarak çalışma arkadaşlarımdan biri dün Amerikan Dışişleri Bakanlığına gitti. Ermenistan’da yapılan zulümlerle ilgili Amerikan Konsolosları raporlarını incelemesine müsaade edildi. Üzülerek arzedeyim ki belgelerin içinde, Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbirşey yoktur.”
Arşiv dediğin Nasreddin Hoca’nın kazanı gibi birşey değil ki durduğu yerde doğursun; o gün olmayan belgenin bugün gaipten zuhur ettiğini mi sanıyor Birand!
Genelkurmay Başkanı’na açık mektup
Anıtkabir’e giren yurttaş sayısı Türkiye’ye
giren angus sayısından önemsiz midir?
Orgeneral Necdet Özel’e iletilmesi ricasıyla, Genelkurmay Başkanlığı, Çankaya, Ankara.
Necdet bey...
Bu sene mesela, kaç subay hapse girdi? Biliyoruz.
Adalet Bakanlığı gün gün, isim isim açıklıyor.
Ülkeye kaç dolar girdi?
Cent cent...
Merkez Bankası duyuruyor.
Memlekete kaç turist girdi?
Sor, Turizm Bakanlığı’na...
Söylesin. İstatistiği tutuluyor.
Kaç kişi işe girdi?
Kaç kişi ev taksitine girdi?
Kaç kişi üniversiteye girdi?
Kaç kişi sinemaya girdi?
Kaç kişi maça girdi?
Hepsini biliyoruz.
Kümese kaç tavuk girdi?
Ağıla kaç koyun girdi?
Ahıra kaç eşek girdi?
Tek tek sayılıyor.
Kaç kişi gerdeğe girdi?
Onu bile biliyoruz.
Tüik’in sitesinde yazıyor.
23 Nisan... Anıtkabir’e kaç kişi girdi?
Bilmiyoruz!
Niye bilmiyoruz kardeşim?
Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesindeki “Anıtkabir ziyaretçi sayısı”nı neden kaldırdınız? Anıtkabir’e giren yurttaş sayısı, Türkiye’ye giren angus sayısından önemsiz midir?
Emir mi aldınız? Sizin emriniz mi?
Bilmek istiyoruz.
(Konuyla ilgili olarak Milli Savunma Bakanı’na soru önergesi verildi. Lütfedilip cevap verilmedi. Gerçeği öğrenebilmek için senelerce WikiLeaks belgelerinin açıklanmasını mı bekleyeceğiz?)
En son gittiğinizde, Anıtkabir Özel Defteri’ne “Atatürkçü düşünce sisteminin ışığı altında, bize verilen bütün görevleri yerine getirmeye hazırız” yazmıştınız. Anıtkabir kanunen size bağlı... Görevinizi yerine getirin.
Atatürkçülüğü saymak... Sizin işiniz.
Sayın Necdet bey... Sayın.
Sevgilerimle olmasa da. Say’gılarımla.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
Çıkın açık açık söyleyin:
Anıtkabir’in ziyaretçi istatistiklerini yayınlamaktan neden vazgeçtiniz?
Yoksa halkın akın akın Anıtkabir’e koşmasından rahatsız olan “birileri” mi söyledi bunu size?
Atatürk’ün ziyaretçilerinin sayısı, kimin gözüne battı da açıklamaktan vazgeçtiniz?
Mustafa Mutlu / Vatan
Eleştirilerden sonra rakam açıklandı
Genelkurmay Başkanlığı dün internet sitesinde yayınladığı açıklamada 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle Anıtkabir’i 91.450 kişinin ziyaret ettiğini bildirdi.
Faşizme karşı “milli kimlik” şart
Amerika’da çekilen filmlere bakın. Devletin genel politikası sonucunda filmlerin tümünde Amerikan bayrağı ve kilise (veya haç) gözünüze çarpar. Yani iki büyük Amerikan simgesi; iki büyük ABD idealini gösterir. (...) Demokrat Amerika’da dolaylı eğitimle bu sembolleri topluma benimsetir devlet.
Sadece dini öne çıkartarak modern dünyada büyük devlet olamazsınız. Bunun yanına milli kimliği de koymanız gerekir. (...) Büyük toplumu veya kurucu kimliği temsil eden Türk kimliği; laik, çağdaş, sivil hukuku temel alan ama inançlı bir kimlik olarak daha netleştirilmelidir. Ancak bu yolla; Türk kimliği üstünden yaratılmak istenen faşizan sapmalara engel olabiliriz.
Rıza Zelyut / Güneş
Armudun sapı da üzümün çöpü de önemli
Ergenekon’dan başlayıp Balyoz’a uzanan süreçte birçok hatalar yapıldı.. Hoyrat davranışların ötesinde.. Hukuk ihlalleri yapıldı.. Türkiye böylesine büyük hesaplaşmayla ilk defa karşılaşıyor, önemli olan büyük manzaradır denildi.. Olacak o kadar; böyle durumlarda kurunun yanında yaş da yanabilir politikası izlendi.. Teferruat sayıldı.. Hukuk dışılıklar görmezden gelindi.. Balyoz davasının hali ortada..
Armudun sapına dikkat edilmediği için herkese tek tip ceza verildi.. Üzümün çöpü dikkate alınmadığı için o tarihlerde yurtdışında olanlar bile, uzaktan yakından ilgisi olmadığını kanıtlayanlar bile tutuklandı.. Delillerin sağlıklı olup olmadığı doğru dürüst incelenmedi.. Ne bekliyoruz ki!..
Mehmet Tezkan / Milliyet
Cadılar Bayramı
30 yıl, 20 yıl, 15 yıl sonra neden darbelerin hesabının şimdi sorulduğunun yanıtını hepimiz çok iyi biliyoruz... Ya da bu insan yakmalarının...
Biz “Cadı” olduk çünkü...
***
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlandı; askeri bando stadyumda Can Bonomo’nun şarkısını çaldı... İngilizce...
“Gemimi umarım yaparım... Seni uçuracağım... Diyorum ki na na na...” Cumhuriyet şarkısını söylemek, ne yapsın Japon çocuğa düştü:
“Dağ başını duman almış...”
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı değildi sanki... Hüzünlüydü... Endişe, kuşku, korku, tedirginlik vardı...
“Cadı avı” dolanıp durdu zihinlerde... Bu bayram da bir bakıma “Cadılar Bayramı’dır” çünkü...
Bekir Coşkun / Cumhuriyet
Suçları 150’liklerden daha mı affedilmez?
Kurtuluş Savaşı’nda İngilizler safında yer alan hainler vardı. Kimi asker, kimi polis, kimi gazeteci bu hainler Cumhuriyet ilanından sonra 150 kişilik bir kafile halinde sürgüne gönderildi. Mısır, Suriye, Lübnan gibi ülkelere dağıldılar. Adlarına 150’likler denir. Aralarında Refi Cevad Ulunay, Refik Halit Karay, Sait Molla gibi ünlü yazar ve gazete sahipleri vardır. Bu adamlar darbe teşebbüsçüsü falan değildi. Düpedüz vatan hainiydi. İstiklal Savaşı’nda düşmanın tarafını tutmuştu. Ne oldu biliyor musunuz? 28 Haziran 1938 yılında, Atatürk’ün sağlığında, onun önerisiyle çıkarılan bir yasayla affedildiler. 14 yıllık sürgün yaşamından sonra yurda döndüler.
Halkın huzur içinde yaşamasını isteyen liderler affedici olur, geçmişteki yanlışlıkları veya düşmanlıkları eşelemezler, yeni acılar yaratmazlar... Devlet adamı mağdur insanların çoğalmasından değil azalmasından mutlu olur...
Melih Aşık / Milliyet