Erdoğan bu filmi izler mi?..

"The Post"... Müthiş bir film. Herkese mutlaka izlemesini tavsiye ederim. İYİ Parti Genel Sekreteri Aytun Çıray'ın organizasyonu ile Meral Akşener'le birlikte önceki akşam sinemada buluştuk. 2 saat boyunca kendimi filmin tam göbeğinde hissettim!.. Film, 1970'lerde Pentagon belgelerinin sızdırılması etrafında dönen yasal süreci ele alıyor. Vietnam savaşında Amerikan halkına yalanlar söylendiğine dair belgeler... Nixon yönetimi, Washington Post'un belgeleri yayınlamasını durdurmaya çalışıyor. Türlü baskılar yapıyor. Gazeteciler müthiş bir direnç gösteriyor. Gazete ve Beyaz Saray arasında kıyasıya bir mücadele.. Konu Amerikan yüksek yargısına intikal ediyor. Bağımsız yargı fikir ve ifade özgürlüğünden yana tavır koyuyor. Aslında karar, Amerikan halkının doğru bilgilendirilmesi için veriliyor. Washington Post'un başında Beyaz Saray ile ilişkileri iyi olan bir kadın patron var. İçeriden ve dışarıdan yapılan tüm baskılara rağmen gazetecilerin belgeleri yayınlamasından yana tavır alıyor. Güçlü bir kadının en zor zamanda nasıl riskli karar alıp başarıya ulaştığını da anlatması filmin en ilginç yanlarından biri...

Sevgili Murat İde'nin patlamış mısır yemeğe davet ettiği gazeteci arkadaşlarımla birlikte hem film arasında hem de filmin sonunda İYİ Parti lideri Meral Akşener'le uzun uzun sohbet ettik. Film, bir bakıma günümüz Türkiye'si ve Ankara'sı ile bire bir örtüşüyordu. Akşener, "Bazı repliklerin bugüne çok uyduğunu gördüm. Gazetecilik yapanlar. Gazetecilik yapmaya kalkışanlara 'vatan haini' diyenler. O replikler çok benziyor birbirine. O zaman yıl 1971, şimdi yıl 2018. Merak ettiğim de bir filmdi. Özellikle geldim." diye ince bir gönderme yaptı, Erdoğan'a da filmi izlemesini önerdi. "Filmin ana konusu medya özgürlüğü. Bugünün Türkiye'si ile kıyasladığınızda, Türkiye koşullarını nasıl değerlendiriyorsunuz" diye sorduğumuzda Akşener, şunları söyledi;

"24 yıl evvel politikaya başladığım zaman ben çok gençtim. Siz benden de gençtiniz. Yani demek ki bir 5-6 sene sonradan beri tanıyorum sizleri. O genç muhabir olarak, ben de genç bir politikacı olarak hatıralarımızı tazeleyelim. O günün siyasetçisi, eksik gedik olsa bile, hep siyasetçiler basını ele geçirmeye çalışır. Bu bir insiyak olmuş. Ama orada bir kontrol ve denge mekanizması vardı her şeye rağmen. İçişleri Bakanı olduğum dönemi hatırlıyorum. Yani hiçbir konuda, yazı yazmak konusunda korkunuz olmazdı. 2002'den beri yükselen, gittikçe artan, kendi içinizde oluşturduğunuz bir otokontrol, bir sansür var. Yani sebeplerini siz daha iyi biliyorsunuz. Bu yaratıldı. Bu çok sinsi sinsi gelişen bir şey oldu. Dolayısıyla da bugün Türkiye'de hapishanedeki gazetecilerin dışında ilginç bir şekilde bir siyasetçinin, kamu görevi yapıyoruz biz netice itibarıyla, fahiş bir hatasını yazabilecek bir gazeteci, muhalif kimliği dahil olmak üzere, çok zor. Sebebi de olağanüstü hal. Gelinen nokta bir de olağanüstü hal. İkincisi, bilgi edinme hakkının dışında bir de objektifliği temsil eder gazetecilik. O gelenek oluştuğu takdirde, kırıldı bizde, iş bulamıyorsunuz. İşinizden oluyorsunuz. Telefonlar geliyor. Alo Fatihler, vesaireler işte biliyorsunuz. Böyle bir noktada, hepiniz evinize ekmek götürüyorsunuz. O kadar çok gazeteci işsiz ki, sayınız belli değil."

Filmdeki en önemli repliklerden biriydi; "Nixon kincidir." Meral Akşener, "En önemli replik benim için oydu. Şimdi kin ötesi var bizde. Öyle olduğu için de, sürekli bir kişisel otokontrol ve sansür söz konusu. Şimdi bugün, iktidar partisinden herhangi bir şahıs hakkında, onun hoşuna gitmeyen bir şey yazın, başınıza gelmedik iş kalmaz. Maliyeti çok yüksek" dedi.

Film, Vietnam'da bir sahneyle başladı. Türkiye'de de gündem Afrin operasyonu. Akşener'e," bu konuda kamuoyunun doğru bilgilendirildiğini düşünüyor musunuz?" diye sorduk, "Hayır, bilgilendirilmiyor" diye net bir cevap verdi. Akşener oldukça çarpıcı bir değerlendirme ile sözlerine devam etti;

"Şimdi Türkiye'de o kadar abuk sabuk bir şey oluyor ki, Türkiye'nin bekası ile Sayın Erdoğan'ın kendi şahsi bekası üst üste konuyor. Böyle bir şey olamaz. Atatürk öldü, Türkiye yaşadı."

Tek solukta izlediğimiz film kafalara dank diye vuran bir replikle sona erdi;

"Basın yönetenler için değil, yönetilenler için vardır."

Sözcü gazetesinden Zeynep Gürcanlı'nın gözyaşlarını sildiği filmin sonu Meral Akşener'i de oldukça etkilemişti. "Filmde bir yargı kararı var. Günümüzde Türkiye'ye baktığımızda gazeteciler hakkında verilen bir AYM kararı var. Uygulamayan bir yerel mahkeme var. Karşılaştırırsanız nasıl değerlendiriyorsunuz" diye sıcağı sıcağına soruyu yapıştırdık. Meral Akşener yine net konuştu;

"Bize bazı konuları risk almamak, kurallara uymamak ve ilkelerden ayrılmak bu hale getirdi. Kendi özelimden söyleyeyim, İYİ Parti'yi kurarken, herkese fısıldanan, sizlere fısıldanan, 'bu partiyi Sayın Erdoğan kurdurmaz.' Bu fısıldandı. O kadar ilginç ki buna en yakınlarım inandı. Ama bu parti kuruldu. Şimdi ikinci fısıltı, 'bu parti seçime sokulmayacak.' Bu parti seçime de girecek. Çünkü baştan itibaren bir şeyi açıkladım ben. Tek başıma da kalsam devam edeceğim.

Konfordan, kafa konforundan vazgeçmemiz gerekiyor. Türkiye'de bizim gibilerde bir kafa konforu var. Yani risksiz hayat güzel. Ama hayat güzel değil."

Filmden aldığımız cesaretten mi acaba, Akşener'i soru bombardımanına tuttuk;

-- İktidara aday bir siyasi partinin başındasınız. Basın özgürlüğü konusunda çok önemli bir film izledik. İktidara gelirseniz, basın özgürlüğü konusunda, tüm özgürlükleri tanıyacak mısınız?

"Ainesi iştir kişinin söze bakılmaz. Ben İçişleri Bakanlığı görevini sürdürdüğüm zaman basın tarafından epey bir hırpalanmış şahısım. Eleştirileri nedeniyle hiçbir gazeteciyi mahkemeye vermedim ben, bütün siyasi hayatım boyunca. Sadece 'fetöcü' diyeni, çünkü o bir iftiradır, mahkemeye vermediğiniz takdirde elinizde bir karine olmaz. Aileme söveni, şeref ve namusumla ilgili olarak iddialarda, iftiralarda bulunanları verdim mahkemeye. Ama yaptığım bir işten, veya söylediğim bir sözden dolayı, görevini yapan bir gazetecinin beni beğenme mecburiyetiniz yok ki. Eleştirmesini, tekraren söylüyorum. 24 yıllık siyasi hayatımda ben gazeteci mahkemeye vermedim."

Hoşuna gitmediğini belli etti ama Akşener'e final sorularını da ben yönelttim;

--"Daha somut soralım; Saray'a akreditasyon uygulayacak mısınız?"

"Saray'a mı? Ben Saray'da oturmayacağım."

--Yani Cumhurbaşkanı olursanız?

"Cumhurbaşkanı seçildiğimde akreditasyon vesaire gibi bir şey yapmayacağımı, gene ainesi iştir kişinin, söze bakılmaz."

-- Ama maalesef muhalefetteyken başka, iktidardayken başka oluyor...

"Ben iktidar olmuş da bir vatandaş olduğum için ben uydum. Söz veriyorum. Lime lime ettiler beni o zaman. Hepiniz biliyorsunuz. Ben ders çıkarmayı tercih ettim, mahkemeye vermeyi tercih etmedim."

Filmin en etkileyici son sahnelerinden biri de, Nixon'un yargı kararına rağmen Beyaz Saray'a verdiği Washington Post çalışanlarının saraya alınmaması talimatıydı!..

Meral Akşener, verdiği sözlerin takibi için bana özel görev verdi!.. Ne diyelim;

"Basın yönetenler için değil, yönetilenler için vardır."

Yazarın Diğer Yazıları