"Epistemik çöküş" ve insanlığın ağrıyan vicdanı!
Dünya, bitmek tükenmek bilmeyen bir aç gözlülükle her şeyi yutan ihtiraslı kapitalistlerin yönetiminde adeta yağmalanmaktadır. Bastığı dalı kesen; kestiği dala da basanlar bu eylemlerinin sonucu olarak doğal, insani ve finansal krizlerle karşı karşıya geldiklerinde şoka girmektedirler. Doğaya, topluma ve yaratılışa aykırı yaşamın bir bedelinin olduğunu ancak bu tür zamanlarda anlayabilmektedirler.
Yaşanan adaletsizlikler ise ibret vericidir. Gelişmiş ülkeler -denizi, havaya, insanı vb.- kirletmekte; geri kalmış ülkelere onların kirlettiklerini temizlemek görevi verilmektedir. Zenginler tıka basa yemekte, açlara ise aç kalmanın faziletleri öğretilmektedir.
Çevrenin bozulması doğrudan insan biyolojisini bozmakta dolaylı olarak da insan ruhunun kirlenmesine neden olmaktadır. Zira kirli bir çevrede oturan insanın temiz kalması mümkün olmaz. Yani çevre hem kendisine hem de insana yabancılaşırken bunun doğal sonucu olarak ruhu kirlenen insan da hem cinslerine karış yabancılaşmaktadır.
Birey kendi başarısızlığını, felaketini davet eden bir hayat tarzını benimsemişse onun bütün normları ve değerleri alt-üst demektir. İçkiyi kendisi için teselli edici, uyuşturucuyu keyif verici, aşırı uykuyu sağlık, tıka-basa yemeği beslenme gereği olarak gören kimse, yaşama biçiminin elinden rehin kalmış bir zavallı demektir. Kendi sağlığı, geleceği ve başarısı aleyhine alışkanlık edinen insanı kendisinden başka kurtaracak kimse de yoktur.
Toprağı zehirli, havası kirli, suyu berbat, eti hormonlu bir dünyaya bakıp da insanoğlunun, felaketi davet eden bir hayat biçiminin elinde rehin durumda olmadığını söylemek doğru olmaz. Ekolojik sistemde meydana gelen sarsıntılar bütün insanlığı uyaracak düzeyde felaketlerle gündeme gelmesine rağmen insanlığın bunu yeterince anladığını söylemek mümkün değildir.
Aşırı üretim ve buna dayalı olarak doğanın inanılmaz düzeyde sömürüsü sonuçta insanlığın önüne onarılması güç faturalar koymuştur. Gübresi, ilacı, zehri, kiri, floraklora korbonu ve tüketim biçimi ile insanlık kendisini büyük bir felakete doğru sürüklüyor.
Dünyanın altı da üstü gibi dengesini kaybetmiş gibi görünüyor. Depremler, seller, soğuklar, fırtınalar, ya da sıcakların felaket halini alması insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen egoizminin ürünüdür. Kutuplardaki buz kitlelerinin erimesi, küresel ısınma ve çölleşme doğanın tolere edemeyeceği boyutlara ulaşmıştır. Dünya kaybettiği dengesini sağlamaya çalışırken sarsılıyor. Lût’un çöküşü, Pompei’nin yok oluşu, Sodom ve Gomore’nin batışı ve Nuh Tufanı ile suların dünyayı yutması da bugün yaşananlara benzer bir takım gelişmelerin ürünü olsa gerek.
Değerlerin, anlamların, ilkelerin mahşeri yaşanmaktadır. Post modern dünya geleneksel dünyayı öylesine alt üst etti ki, olması hayal dahi edilemeyen birçok olgu günümüzde sıradan hayatın parçası haline geldi. Neredeyse olağanüstülük diye bir şey kalmadı. Eskiden suçla suçlu arasında ilişki vardı. Günümüzde bu ilişki de tamamen ortadan kalkmıştır. Artık birileri kitlesel olarak insan öldürmek için bir yerlere hiçbir insani kaygı taşımadan bomba koyabiliyor. Gerisi oradan kimler geçerse şansına. Bütün bunlar anormalliğin normalleştiğini, olağanüstülüğün de olağanlaştığını göstermektedir.
Gelişmeler Michel Foucault’un “epistemik çöküş” dediği bir olguyla insanlığı karşı karşıya getirmiştir. Yani insan bilincinde, akla gelmez sanılan şeylerin başa geldiği ani bir imaj değişimi olmuştur. Örneğin Fransız İhtilaline kadar, bir kralın başının kesilebileceği de asla akla gelmezdi. Derken birdenbire kralın başı kesildi, sıradan insanın toplumdaki rolü konusunda yepyeni, daha önce hiç akla gelmeyecek kelimelerle dolu bir dil icat edildi. Marks’ın tarihin sonu dediği “komünist toplum” bir anda zıttına dönüştü. Kapitalist toplum da düştüğü krizden kurtulmak için devletçi yöntemleri rahatlıkla kullanabiliyor.
Diğer yandan Yirmibirinci Yüzyılda insanlık yeni bir bilinçle karşı karşıya gelmiştir. Bu insanlığın kendi ürettiği araçların elinde rehin olmasını öngören bir bilinçtir. Bu bilinç insan oğluna önce atom bombasını yaptırmış sonra da onun vahşi etkisinden korunmak için yer altında korunaklar inşa ettirmiştir. Suyu, toprağı, havayı, bitkiyi ve hayvanı insafsızca istismar ettiren bu bilinç daha sonra da bozulan dengeyi yeniden kurmak için olmadık çareler geliştirmiştir.
Bugün anlamsız kitle cinayetlerinden, anne/baba ve eşe yönelik şiddetteki yoğunluktan, evlat tacizlerinde düşünülmesi dahi mümkün olmayan artışlardan bu hastalıklı bilinç sorumludur. İnsan canına kıymanın bu kadar ucuzladığı bir dönemi belki de insanlık tarihi ilk kez yaşıyor. İki kişi öldürüp, iki kişiye ağır yaralayan adam “Çok ses çıkarıyorlardı. Uyardım, tepki gösterince vurdum. Oldu bir kere” diyor. Bir başkası “çık dedim, çıkmadı ben de öldürdüm” diyor. Sebepsiz katillik, anne, evlat ya da eş cinayetlerindeki artış aslında toplumsal psikolojinin yapısal bozukluğunun yansımasıdır.
Türkiye’de suça bulanmış çevrelerde yaşananlar yalnız faillerin değil toplumun da sağlığı konusunda haklı kaygılara neden olmuştur. Bu kuşkuya olayların sayısal olarak çokluğu değil, iğrenç içeriği ve mantıksızlığı neden olmaktadır. Neyi anlatmak istediğimizi, sıradan bir gazetenin sayfalarını çeviren herkes görebilir. Tablo düşündürücüdür. Gazetelere düşen günlük kriminal vakalar arasında şunlar var:
-Kadının birisi, eşi için genç bir kızı kocasıyla birlikte kaçırmaya kalkışmış. Bir başka adam yeni eşinin üvey kızını kaçırıp, onunla evlenerek kayıplara karışmış!
-Yetmişaltı yaşında yatalak kadına tecavüz eden şaşkın bir sapık bir de geri dönüp tecavüz ettiği kadının elini öpmüş!
-Motosikletli ve kasklı bir sapık adeta bir tecavüz makinesi gibi birçok taciz olayının faili olarak ortaya çıkarılmış. Bu sapık küçük çocuklara tecavüz etmesiyle ilgili bir soruya; arsız ve pişkin bir biçimde “nasılsa kadın olacaklardı!” diyerek cevap vermiş. Ardından da bu eğitimli sapık “Bir kadını elde etmek için ya cinsel cazibe ya para ya da kariyer gerekiyor. Bunların hepsi bende var” demiş.
-Bir başka psikopat, işlenmedik suç bırakmamış: Önce uçak kaçırma, gasp ve hırsızlık gibi suçlardan hapse girmiş ve 13 yıl hapiste yatmış. Ardından da afla cezaevinden çıkar çıkmaz bir çete kurmuş. Önce yoksul ve sahipsiz insanları kaçırmış. Ardından da haraç almak için bazı işadamlarını kaçırmış. Kaçırdığı işadamlarının gözünü korkutmak için, onların gözünün önünde daha önce kaçırdığı insanların boğazını keserek öldürmüş. Kaçırdığı insanlara “Para vermezseniz sizi de böyle öldürürüz” diye kendince mesaj vermekteymiş.
-Ailesinin yardımıyla tecavüze uğrayan çocuğun, çocuğa taciz iddiasıyla göz altına alınan yetmiş yaşındaki ihtiyarın anlattıkları tüyler ürperticidir. Bu inanılmaz vakalara öldürdüğü iki çocuğu da yakan canavar bir caniyi de ekleyebiliriz.
Bu olayları önemli kılan, alışılmadık türden olmaları değil giderek yaygınlaşmış olmalarıdır. Göstergeler yalnız bireylerin değil toplumun da bir şuur burkulması, moral ve insani erozyanla karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Olanlar, gözünü şehvet ya da para bürümüş olan sapkın canilere özgü münferit vaka olarak görülemez. Bu insanlık dışı suçları işleyenlerin yaptıklarından pişmanlık duymadıkları, tam tersine bazılarının yaptıklarından gurur duydukları da görülmektedir.
Fromm, toplumlarda görülen bu tür “akıl dengesizliği”nin, peşinde koşulan amaçları ve yaşama biçimini tartışma konusu yapması gerektiğinden söz eder. Bu vakaların hepsinde insanı, bireysel amaçlarının, tatminsizliğinin ve sadist duygularının aracı olarak gören bir algı söz konusudur. Bu algı sahipleri, insanlara çektirdikleri acıları, taşlaşmış bir vicdanın ürettiği umursamazlık içinde doğal görmektedirler. Daha da tehlikelisi toplumda bu tür olayların giderek daha az rahatsız edici, daha az tiksinti verici ve nefret uyandırıcı olarak görülmeye başlamasıdır. Bu nedenle sapkın davranışlı bireyleri ve eylemlerinden daha çok bu davranışları üreten toplumsal ilişki ve iklimleri tartışmak gerekir. Hasta insanlar, her şeyden daha çok hastalıklı toplumun ürünüdürler.
Yaşananlar günümüz insanının artan bir ivmeyle önce kendisine sonra da insanlığa yabancılaştığını göstermektedir. Yaşananlar gerçekte doğal, ekonomik ve siyasal düzenin yabancılaşmasının insan üzerindeki izdüşümüdür. Bu durum aynı zamanda günümüz insanının akıl ile gönül arasındaki bağının ne kadar pamuk ipliğiyle birbirine bağlı olduğunu da göstermektedir. Bu ciddi bir travmadır. İnsan eylemlerini denetleyen akıl ve vicdanın çok kolay bir biçimde devreden çıkabilmesi insanlık için en büyük tehdittir.
Bu duruma maddi dünyadaki her gelişmenin öznel dünyada bir erdemi eksiltmesi neden olmuştur. İnsanlar arasındaki ilişkiler, giderek daha çok paranın parayla, cıvatanın başka bir cıvatayla, eşyanın bir başka eşyayla ilişkisiyle karıştırılır olmuştur. Buna “Şeyleşme” diyenler de vardır.
Yoksullukla boğaz boğaza mücadele verilen bir dünyada şu haber “şeyleşme” nin ve vicdanın materyalistleşmesinin boyutunu göstermesi bakımından ilginçtir. Haber şöyle: “Çok zengindi. Hatta o kadar çok zengindi ki bundan iki ay önce som altından tuvalet yaptırdı. Ancak Altın tuvaletli işadamı aniden fenalaşarak öldü”. O zat yaptırdığı altın tuvaletini değil ama insanlığın bütün değerlerinin içini fena halde kirleterek şeyleşip gitmiştir.