“Enternasyonal”i de ABD’de toplayın bari!
Hiçbir esprisi yok aslında, bildiğiniz Murat Belge işte:
“Evet her sorunun kaynağı asker...”
“AKP’nin askeri geriletmesi bir devrim...”
“Muhalefet için akıl, fikir, eğitim lazım; bunlar Kemalizm’de yok...”
Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği röportajda mevzuya “Ama ben bir komünist olarak...” diye dalmasa hiç oralı bile olmayacağım da, Soros fonuyla nasıl “komünist” olunabiliyor bir izah etsene sen şu topluma!
***
Faaliyetlerini, yıllardır Küba’daki rejimi devirebilmek uğruna servet harcayan ABD’li sivil darbe mimarı George Soros’un sağladığı fonla yürüten biri komünist olabilir mi?
Irak’ı, Afganistan’ı, Venezuela’yı, Kamboçya’yı, Nikaragua’yı, Vietnam’ı, Somali’yi, Ebu Garip ve Guantanamo’yu unutup İngiltere ve ABD’nin “insan haklarını dünyada tartışılmaz bir değer”e dönüştürdüğünü savunan biri komünist olabilir mi?
CIA tarafından kurulan ve eski başkanı Richard Bissel’in ifadesiyle amacı “solcu entelektüelleri cezbederek konumlarından uzaklaştırmak” olan Ford Vakfı’yla el ele vermiş biri komünist olabilir mi?
TÜSİAD’çılarla kanka, her daim “patronlar”dan yana biri komünist olabilir mi?
Misyonu, kurucusu Allen Weinstein tarafından “Bugün bizim açıkça yaptıklarımız 25 yıl önce CIA’ce gizlice yapılıyordu” diye özetlenen NED’in desteğiyle “kamuoyu oluşturma” işine giren biri komünist olabilir mi? Yoksa komünizm de ABD’nin âli menfaatlerine uygun biçimde yeniden mi dizayn edildi! E o zaman “enternasyonal”i de Washington’da toplayın bari!
Hepsi bir yana da... Tayyip Erdoğan’ı bile mumla aratan bir üslupla “Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti!” diyebilen biri nasıl “solcu” olabilir ki!
***
Ha bir de, okurken “acaba dili mi sürçtü” diye düşündüren bir bölüm var Belge’nin sözlerinde: “Bayağı uzun zamandır Türk olduğum için ...”
Keşke dediğin gibi olabilseydi ama “Türk olmak” yalnız genetik bir hadise değil ki; bir şuur meselesi!
Darbecinin şahidi...
CHP Milletvekili Oktay Ekşi, geçici başkan sıfatıyla TBMM’yi açarken yaptığı konuşma dolayısıyla kendisini “darbeci”likle suçlayanlara “Beni Çetin Altan’la karıştırmayın” dedi. Ekşi, Akşam gazetesinde yayımlanan ve Altan’ın “Güneş doğdu 27 Mayıs sabahı” yazısını hatırlattığı röportajında “Oğulları ortada, sorun, adıyla sanıyla söylüyorum...” diyerek Ahmet ve Mehmet Altan’ı işaret etti. E madem öyle soralım bari: Hemen her gün “darbeci” diye yaftaladıkları isimleri köşelerinden hedef gösteren Altan kardeşler; yoksa sizin babanız bir darbeci miydi!
Suriye ironisi Türkiye’nin trajedisine dönmesin de
Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş endişeli: “Suriye’de Esad’a ”Bırak yürüsünler!“ diyen Ankara’nın bu tavsiyeyi kendi ülkesinde uygulamaması ”ironik“ değil mi? Dışişleri Bakanı Davutoğlu, birkaç hafta içinde Şam’a gidip yeniden Esad’la görüşecek. Ya Suriye devlet başkanı, Hopa’da Metin Lokumcu’nun öldüğü, İstanbul’da BDP’li milletvekillerinin hırpalandığı, Madımak’ta protestocuların dağıtıldığı biber gazlı gösterilerin fotoğraflarını koyup ”Sizin ülkenizde de polisin barışçıl gösterilere çok tahammülü yok“ diyerek konuyu kapatırsa...”
Adamların “milli” meselesi, ister açar ister kapatır, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı da egemen bir devletin içişlerine müdahale etmenin karşılığında boyunun ölçüsünü alır... Türkiye’nin bu mevzudaki konumlanışı ironikten ziyade trajik aslında! Ya Türkiye’nin Orta Doğu ülkelerinde oynamaya çalıştığı rolü Türkiye’de BM üstlenir ve “müdahale”ye kalkışırsa... Ya “barışçıl gösterilere izin verin” deyip Güneydoğu illerindeki ayaklanma provalarına meşruiyet sağlarsa! Ey yurdum aydını! Suriye’ye yanacağına önce kendi ülkenin haline baksana!
+++
Mahkûmiyet karinesi
Tutuklu milletvekili Balbay, Silivri’deki
“hukuktan bağımsız yargı” günlerini yazdı
Tutukluluğa devam kararı veren yargıçların ortaya koyduğu gerekçeler ve yargılama sürecinde yaşananlar, evrensel hukuk ilkelerinden ne kadar uzak olduğumuzu gösteriyor.
Tartışmanın yeniden gündeme gelmesini dikkate alarak, toplumun neredeyse alıştığı, çekenlerin ve hassas bir kesimin sancısını hissettiği, kabul edilemez hukuksuzlukları satır başlarıyla ele alalım...
Tutukluluğun cezaya dönüştüğünü neredeyse kabul etmeyen kalmadı, bu cezayı verenler hariç.
***
Hukukun alfabesi şu:
Kişi, hakkında kesin hüküm verilene dek suçsuzdur. Yani, masumiyet karinesi.
Türkiye’de uygulanan ilke şu:
Mahkûmiyet karinesi.
Yani bir kişi suçsuz olduğunu herkese kabul ettirene kadar, suçludur.
Evrensel hukuk, insanları yargılarken şüpheli bir durum varsa, şüpheden sanık yararlanır, diyor.
Bizim yargılama sistemimiz bunu tersine çevirdi:
Şüpheden savcı ve hâkim yararlanır.
O nedenle de insanlar, “hakkında kuvvetli şüphe var” denilerek yıllarca hapiste tutuluyor. Şüpheyi gidermek de sanığın görevi.
Ceza yargılamalarının olmazsa olmaz iki temel kuralı var: Şöyle:
1- Mutlaka suç - delil bağlantısı olmalı.
2- Net bir ifadeyle suç tarihi olmalı.
Özellikle Silivri’deki davalarda bütün olaylar ve sanıkların evlerinde, işyerlerinde ele geçirilen her şey yığıldı, bir araya getirildi. Mahkemeler bunların suçla ilişkisini ve birbiriyle bağlantısını bulmaya çalışıyor.
***
Hukuk, yargılamanın hangi usullerle yapılması gerektiğini
ısrarla vurgularken şu tanımı
getirmiş:
“Usul, esasın kapısıdır. Yanlış kapıyı açarsanız yanlış yere gidersiniz.”
Silivri’de öylesine bariz usul hataları yapılıyor ki, sanıklar bunu anımsattıklarında yanıt şu oluyor:
“Onu biliyoruz, geçin...”
Duruşmalara sonradan ya da seyrek katılan avukatlar, heyecanla usul hatalarını anımsatıp bu yanıtı aldıklarında Silivri gerçeğiyle de tanışmış oluyorlar.
Zira çoğu öteki mahkemelerde yaşanan kimi usul hatalarının burada olmayacağını, olamayacağını düşünüyorlar.
Özellikle ağır cezalık suçlarda önemli bir hukuk dalı daha var:
Delil hukuku.
Eğer bir delil hukuka uygun değilse ya da hukuki olmayan yollardan elde edilmişse delil değeri yoktur.
Mahkeme heyeti bu konudaki taleplere şu karşılığı veriyor:
“Bunun hüküm aşamasında değerlendirilmesine...”
O aşama ne zaman gelir?
Yıllar yıllar sonra... Bütün bunların ardından şöyle bir tanım yapsak uygun düşmez mi?
Hukuktan bağımsız yargı...
Mustafa Balbay / Cumhuriyet
+++
Artık konuşsanız diyoruz
Haklarında bir mahkumiyet kararı olmayan, hüküm giymemiş, gerçek darbeciler-muhtıracılar-gerçek teröristler-çocuk tecavüzcüleri serbest gezerken “şüpheli durumunda olmalarına rağmen mahkum gibi cezaevinde duruşma bekletilen” seçilmiş milletvekilleri Mustafa Balbay ile Mehmet
Haberal konusunda seçim sonrası tartışmalar sürerken Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç “Şu bir iki gün geçsin, bizim de söyleyeceklerimiz var” demişti. Neydi acaba,
öğrenebilir miyiz?
Ruhat Mengi / Vatan
+++
Milli piyade tüfeğinini üretimi başladı
Kimi mezarda, kimi mahpusta;
o tüfeği kullanacak asker kaldı mı peki!
+++
30 yıl sonra uyanan ruh
Eylül askeri darbesinden bu yana ilk kez parlamentoda bu kadar çaplı bir demokratik eylem sergileniyor. Belki kamuoyunun bir bölümündeki şaşkınlığının altında yatan da budur. Çünkü 12 Eylül zihniyetiyle direnme, protesto etme, tavır koyma gibi özelliklerini yitiren toplum şimdi CHP’nin etkili eylemiyle şaşkınlığa düşmüş durumda.
Can Ataklı / Vatan
+++
Em. Korgeneral Engin Alan’ın ’Damadım ölüyor. Onu göremiyorum’ şeklindeki sözleri bazıları tarafından ’Duygu sömürüsü’ olarak nitelendirilmişti. Bu vicdansızlara ’Hadi bakalım, vefat etti. Şimdi ne yazacaksınız’diye sormak istiyoruz. Bunlar gazeteci değil, alçak.
Burhan Ayeri / Akşam
+++
Hem kadının beynini yıkayacaksınız, hayatının baharında beline bomba bağlayıp, patlatacaksınız... Hem de, bunun, bir mücadele olduğu masalını yutturacaksınız. Sebahat Tuncel, aklını peynir ekmekle mi yedi? Madem canlı bomba olmak bu kadar şerefli bir iş, milletvekili olacağına, o da bu yolu tercih etse ya!
Nazlı Ilıcak / Sabah